Fransa’nın Cezayir’de napalm kullandığını, köy katliamları, işkenceler yaptığını kahramanlarının ağzından anlatan film baş....

Fransa’nın Cezayir’de napalm kullandığını, köy katliamları, işkenceler yaptığını kahramanlarının ağzından anlatan film baş tacı edilmeli gibi gözüküyor ama...
“Cezayir Fransa’dır”, diyor ‘İçimizdeki Düşman’ın kahramanlarından biri, “Fas ya da Tunus gibi değildir.” 1959-61 arasındaki Cezayir Savaşı’nda demek ki, Fransa kendi vatandaşlarına karşı savaşmış ve 300 ila 600.000 Cezayirli vatandaşını öldürmüş. Ölen Fransız askerinin sayısı ise sadece 27.000. Bu tip savaşlarda zayiat rakamları arasında hep bu tip devasa farklar vardır, Vietnam örneğinde de olduğu gibi. Peki Fransa’nın kendi vatandaşlarına yönelik bu katliamına ‘soykırım’ denir mi? Herhalde denmez ki Fransa’nın AB üyeliğini kimse sorgulamıyor. Peki ama neden?
‘İçimizdeki Düşman’ Cezayir Savaşı’na neden gönüllü katıldığını anlamadığımız bir teğmen ve oradaki askerler arasında geçiyor büyük ölçüde. Teğmenin neden gönüllü olduğunu anlamamamızın nedeni, kendisinin her şeyi sorgulayan, ‘madem Cezayirliler vatandaşımız neden onlara eşit muamele etmiyoruz’ diyen, işkenceye karşı olan bir tip olması. Onu savaşa sürükleyen ne, bilemiyoruz.

FRANSIZ KATLİAMINA ‘UZAK’ PLAN
‘İçimizdeki Düşman’ elbette ki bir ‘Transformers’ ya da ‘Krallık’ değil. Ama sanıldığı kadar masum da olmadığını düşünüyorum. Fransa’nın Cezayir’de napalm kullandığını, köy katliamları, işkenceler yaptığını anlatan ve kahramanlarının ağzından oradaki varlığını sorgulayan bir film baş tacı edilmeli gibi gözüküyor. Ama film boyunca bir eşitsizlik de kendisini gösteriyor. Örneğin Cezayir Kurtuluş Ordusu’nun katlettiği köy halkını yakın plan görüyoruz, hem de en az iki kez. Ama Fransızların yaptığı katliamı uzak plandan, ses efektiyle algılıyoruz. Fransız askerleri ölürken son nefesinde yanında olup acısını paylaşıyoruz, hatta sonra onları film içindeki bir filmde anıyoruz da. Ama yine bir Cezayirli anne ile çocuğunun öldürülüşünü ses efektiyle algılıyoruz.

SOYKIRIM TARTIŞMALARI
Imdb’de dolaşırken, yazarların ‘Cezayirlilerin de en az eşit derecede’ kötü olduğunu vurguladıklarını görünce şaşırmadım. Film görsel anlatımıyla en çok bu mesajı veriyor çünkü. Hatta onların yaptığı kötülüğü daha fazla vurguluyor. Evet napalmin feci sonuçlarını da görüyoruz ama uzaktan gördüğümüz Cezayirli siluetlerin sonradan kömür olmuş hallerini görmek açıkçası insanı çok da etkilemiyor. Filmin en karmaşık karakteri olan Cezayirli ama Fransız askeri olan biri var. Zaten birçok Cezayirli Fransa ordusunda Almanlara karşı savaşmış, o da onlardan biri. Fakat bu askerin ailesini de Cezayirli ulusalcılar katletmiş. Yani bu savaşta kişisel bir nedeni olan belki az sayıdaki Fransız askerinden biri o. Fakat filmin en acımasız eylemini yapmak da ona düşüyor.
Kendisi gibi Fransa ordusundan madalyalı bir isyancıyı, serbest bırakıldığı halde, sırtından vuruyor. Acımasızlık yine bir Cezayirliye nasip oluyor. Bu arada Fransa sanki kahramanca Almanlara karşı savaşmış bir ülke gibi bir izlenim de doğuyor filmi izleyenlerde. Peki ya Nazi işbirlikçisi Vichy hükümeti, ondan niye söz yok?
Cezayirlilere savaş öncesinde nasıl eşitsiz muamele yapıldığı hakkında da bir fikrimiz olmuyor filmi izlerken. Yani bu isyan niye, ulusalcı nedenler dışında, neler yaşanıyordu da insanlar isyan ettiler? Bilmiyoruz. Sonuçta savaş kötüdür, işkence kötüdür ama iyi sonuçlar da verebilir, savaşta en iyi niyetli insanlar da canavarlaşabilir gibi genel geçer sonuçlar ve en çok da Cezayirlilerin ne kadar vahşi oldukları dışında genel seyirci kitlesinin aklında pek bir şey kalacağını sanmıyorum.
Filmin kahramanları da akılda kalıcı karakterler değil. Aralarındaki çelişkiler de büyük dramlara neden olmuyor zaten.
Bu arada Fransa’nın, bırakalım soykırım mı değil mi tartışmalarını, Cezayir’de bir savaş olduğunu dahi 10 sene öncesine kadar kabul etmemiş olduğunu öğreniyoruz filmin sonunda. Fransa’nın başka ülkelere insanlık dersi verirken kendi kirli çamaşırlarını da ortaya çıkarmasını istemek hakkımız değil mi? Ve tabii ki hesap vermesi gereken bir tek onlar değil. Fakat gerçek şu ki, sadece dünya savaşlarını kaybedenler hesap vermek zorunda, kazananlar her şeyden muaf.

Seni O Kadar Çok Sevdim ki
Orada olamayan kadın...
‘Seni O Kadar Çok Sevmiştim Ki’ sırrını sonuna kadar saklayan filmlerden. Bu sırrı açıklamak da bana düşmüyor elbette. Bu sınırlar içinde yazmak, eksik bir eleştiriyi zorunlu kılıyor ama çare yok! Herkesten yazıyı filmi seyrettikten sonra okumasını beklemek imkânsız.
Film hapiste 15 yıl yattıktan sonra çıkan ve kız kardeşinin evine yerleşen Juliette’in hikâyesi temelde. Juliette bir cinayet işlemiş, hem de görünüşe göre en korkuncundan. Hapiste 15 yıl yatmış birinin psikolojisini, suçluluk duygusuyla yaşayışını, çevresiyle iletişim kuramayışını, aklının hep başka yerde oluşunu çok iyi canlandırıyor Juliette’i oynayan Kristin Scott Thomas. O kadar iyi ki, kelimeler kifayetsiz kalır. Keza Juliette’in kız kardeşi Lea rolündeki Elsa Zylberstein da hem kocasını sakinleştirmeye çalışan hem de ablasını anlamak isteyen ailenin en küçüğü rolünde çok iyi. Lea’nın önyargılarla dolu ve tipik bir küçük burjuva olan kocası, sessiz felçli baba, Lea’nın okuldaki meslektaşı gibi yan karakterler de iyiler. Kısacası bu film insan portreleri sunmada çok başarılı, kendisini ilgiyle izlettiriyor. Finalde açıklanan sır, fakat inandırıcılığı zorluyor. Juliette’in bu sırrı nasıl herkesten gizlemiş olduğu (ki cinayet durumları otopsi gerektirir ve otopside de sır ortaya çıkar), nasıl her şeye rağmen bunu yaptığı, nasıl bu ağır yükü taşımayı kabullendiğini anlamak zor. Filmde Juliette’i denetlemekle görevli polis memurun beklenmedik intiharı da, biraz fazla, açıkçası. Fakat, yine de bunlar o kadar önemli değil, gerçekten. Keşke daha inandırıcı olsaydı tamam ama yine de bir kaybın travmasını, suçluluk psikolojisini, kardeş ilişkilerini film o kadar iyi veriyor ki. ‘Hapishaneden çıkabilirsiniz ama çocuğunuz ölmüşse, o hapis ömür boyu sürer’ deniliyor filmde. Evet, büyük travmalardan sonra ‘orada olamaz’ insanlar. Başka bir boyutta yaşarlar. Bu film o boyutu keşfe çıkıyor ve oldukça detaylı bir harita veriyor seyircisine. Hem filmin hem de başta Thomas olmak üzere filmin oyuncularının çok sayıda ödül kazandığını da belirtelim.

Buz Devri: Dinozorların şafağı
Serinin yenisi  yine eğlenceli
8 yaşındaki kızım ‘Buz Devri: Dinozorların şafağı’na 10 üzerinden 10 verdi. Daha fazla söze gerek yok, çünkü kendisi en az benim kadar acımasız bir eleştirmendir.  Ayrıca sözkonusu film çocuk filmi olduğuna göre, bize söz düşmez. Yine de…
Hamile bir mamut ve kocası, yaşlı bir uzun dişli kaplan, bir tembel hayvan, bir gelincik gibi kahramanlarımız var. Mamutların aile saadeti diğerlerini bir miktar dışladığından sorunlar baş gösterir. Derken tembel hayvan, yerin yani buzun altında üç adet dev yumurta bulur. Bunlardan nur topu gibi dinozorcuklar çıkar. Tembel hayvancığımız anaç duygularla yavrularını beslerken anne dinozor çıkagelir. Buz devrinde dinozor ne arar mı dediniz? “Dünyanın Merkezine Yolculuk”ta da yerin altında dinozorlar vardı ya! Meğerse biri yer altında biri yer üstünde olmak üzere iki dünya birden varmış. Alttakiler de jura çağını yaşarmış.
Ve olaylar gelişir. ‘Buz Devri III’ gayet eğlenceli bir çocuk filmi. 3 boyut da gayet iyi başarılmış. Fazla söze gerek yok, çocuklarınızı mahrum bırakmamaya çalışın.