İki 12 Eylül, bir Haziran

> FATİH YAŞLI @fatih_yasli

Türkiye’nin düşün ve akademi dünyasındaki liberal-muhafazakâr hegemonik söyleme göre, Türkiye siyasetinin asli öznesi -yeterince gelişkin bir sivil topluma sahip olmadığımız için- batı dünyasından farklı olarak “devlet”tir. Devlete sınıflardan, sınıf mücadelelerinden, emperyalizmden azade bir anlam atfeden bu bakış açısına göre, ortada kendi aklı, kendi çıkarları, kendi ideolojisi olan, zaman ve mekân üzeri, ideolojisi yaklaşık 100 yıldır hiç değişmeyen, tanrısal bir varlık bulunmaktadır ve asker de bu tanrısal varlığın ete kemiğe bürünmüş halidir.

Bu hegemonik söylem, devleti kuran güç ve onun cisimleşmiş hali olarak askerin 1908’den beri kendisinin (devletin) bekası adına düzenli aralıklarla siyasete müdahale ettiğini ve balans ayarı yaptığını söyler. Tam da bu nedenle, 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da aynı devletlû zihniyetin, aynı devlet geleneğinin bir ürünüdür. Sanki yüz yıldır Türkiye’de tarih akmamakta, ekonomik, politik, sosyolojik değişimler yaşanmamakta, sınıflar birbiriyle mücadele etmemekte, asker ise zaman zaman bu donmuş tarihte birtakım kıpırdanmalar olduğunda onu yeniden buzluğa kaldırmak için darbe yapmaktadır.

Söz konusu hegemonik söylemin bu tarih okumasının gerisinde elbette ki “sınıf körü” olması yatmaktadır. Liberal-muhafazakâr çerçeveden bakıldığında, Osmanlı’dan bugüne Türkiye’de batılı anlamda sınıflara ve sınıf mücadelesine rastlamak mümkün değildir ve esas mücadele sınıflar arasında değil, devletle toplum, merkezle çevre, batılı elitlerle mütedeyyin kitleler arasındadır.

Tam da bu nedenle bu hegemonik söylemin taşıyıcıları tarihe baktıklarında, örneğin 27 Mayıs’la 12 Eylül arasında herhangi bir fark görmezler. Onlar için, misal 27 Mayıs’ın planlı ekonomi modeliyle 12 Eylül’ün neoliberal ekonomi modeli arasında herhangi bir fark yoktur, ya da 27 Mayıs’ı ortaya çıkaran gençlik hareketlerinin varlığıyla 12 Eylül’ün tam da toplumsal muhalefeti bastırmak için yapılmış olması arasında da herhangi bir fark bulunmamaktadır. Liberaller ve muhafazakârlar, 27 Mayıs Anayasası ile 12 Eylül arasındaki farkın da pek önemsenmemesi gerektiğini söylerler, çünkü nihayetinde her ikisi de “darbe ürünü anayasalar”dır.

Oysa sınıf körü olmayan ve bütünlüklü bir okuma yapıldığında, Türkiye’nin de -batıdaki ile birebir aynı olmasa da- sınıflı bir toplum, Türkiye tarihinin de sınıf mücadelelerinin tarihi olduğu kolaylıkla görülebilir. Tam da bu nedenle, ne sınıflardan ne de sınıf mücadelelerinden azade bir devletten söz etmek mümkündür; Türkiye’de de devlet, dünyanın her yerinde olduğu üzere, sınıf mücadelelerin gerçekleştiği ve sonuca bağlandığı, yani emek-sermaye çelişkisinin somutlaştığı zemini teşkil eder.

Dolayısıyla, “devletin ete kemiğe bürünmüş hali” olarak askerin, elbette ki bütün siyasi özneler gibi özerk bir alanı olmakla birlikte, sınıflardan ve sınıf mücadelelerden bağımsız bir şekilde hareket ettiğini söylemek mümkün değildir. Askeri darbelerin bir ekonomi-politiği vardır ve darbeler gerçekleştikleri konjonktürün sınıfsal ilişkilerinden, Türkiye kapitalizminin krizlerinden, sınıfların o konjonktürdeki güçlerinden ve birbirlerine karşı konumlanışlarından ayrı bir şekilde değerlendirilemezler.

iki-12-eylul-bir-haziran-70999-1.12 Eylül: Sermaye darbesi
İşte 12 Eylül de ancak sınıfsal bağlamına yerleştirildiğine bir anlam kazanmaktadır. 12 Eylül ne darbecilerin iddia ettikleri üzere “akan kardeş kanını durdurmak” için, ne de liberal ve muhafazakârların iddia ettiği üzere sivil siyaseti yok etmek ve ülkeyi askeri bir mantıkla yönetmek için yapılmış bir darbedir. 12 Eylül adıyla sanıyla bir “sermaye darbesidir” ve Türkiye kapitalizminin/burjuvazisinin kriziyle düzenin bundan kaynaklı meşruiyet krizini önlemek adına yapılmıştır. Darbenin hemen ardından sermayenin önemli temsilcilerinden birinin sarf ettiği “bugüne kadar işçiler güldü, artık gülme sırası bizde” sözü, tam da bunu ortaya koyar niteliktedir.

Sermayenin, burjuvazinin ve dolayısıyla bütün bir düzenin yaşadığı krizin önlenebilmesi için ise yapılacak şey bellidir: Örgütlü işçi sınıfını ve Türkiye solunu siyasi denklemden çıkarmak.

İşte 12 Eylül’ün tarihi, bu denklemden çıkarmanın tarihidir ve bu nedenle 12 Eylül bir gün değil, halen kapanmamış, dahası iktidar partisi eliyle “kapsanarak aşılmış” şekilde devam ettirilen bir sürecin, bitimsiz bir “toplumsal mühendislik projesi”nin adıdır. AKP, 12 Eylül’ün otoriterliğini, neo-liberalizmini ve Türk-İslam sentezci ideolojisini darbecilerin dahi tahayyül edemeyeceği bir şekilde derinleştirmiş, otoriter, piyasacı ve dinselleşmiş bir ülke, yani süreklileşmiş bir 12 Eylül rejimi inşa etmede hayli yol almıştır.

Peki “süreklileşmiş 12 Eylül rejimi”nin inşasındaki en önemli dönemeç noktalarından birinin, yine bir 12 Eylül günü, “12 Eylül’le hesaplaşma” adı altında yapılan referandum olması, “tarihin ironi anlayışı”nın mükemmel bir örneği değilse nedir?

Sahiden de 12 Eylül referandumu, bırakın darbeyle hesaplaşmayı, bilakis hem 12 Eylül mantığının devamı hem de “süreklileşmiş 12 Eylül” diye adlandırdığımız AKP rejiminin yerleşmesi açısından son derece kritik bir önem taşımaktadır. Her şeyden önce, referandum sonrasındaki 12 Eylül davası, bütün suçu bir ayağı çukurdaki generallerin üzerine yıkarak 12 Eylül’ün bir sermaye darbesi olduğu gerçeğinin gizlenmesine yardımcı olmuştur. Yapılan anayasa değişiklikleri açısından baktığımızda, örneğin özelleştirmelere yargı yolunun kapanması, 12 Eylül’ün neo-liberalizminin anayasal bir statüye kavuşmasını sembolize etmesi açısından hayli önemlidir.

Rejim inşası açısından bakıldığında ise, devlet aygıtındaki rakiplerini mahkeme salonlarında ve tertip davalarla tasfiye eden AKP, bu referandumla birlikte tasfiye sürecini hızlandırmıştır. Referandum aracılığıyla AKP ve o zamanki ortağı Cemaat, Cemaatin yargıdaki örgütlü gücü ve kadrolarını yargıyı ele geçirmek için kullanmış, HSYK ele geçirilerek yargıda büyük bir tasfiye operasyonuna girişilmiş, yargı AKP rejiminin yargısına dönüşmüş ve böylelikle, 12 Eylül mantığına uygun bir şekilde “güçlü yürütme” daha da güçlendirilerek “kuvvetler ayrılığı”nın son kırıntıları da ortadan kalkmıştır. Yasamanın parti-devleti rejiminin yani yürütmenin kontrolüne girmesinin ardından, yargı da böylelikle yürütmenin kontrolüne alınmış ve diktatoryaya doğru bir adım daha atılmıştır.

Yetmez ama evetçilik ve AKP’nin fabrika ayarları
“Süreklileşmiş 12 Eylül rejimi”nin 12 Eylül’le hesaplaşma iddialı bir referandum aracılığıyla inşa edilmesi kadar ironik olan başka bir husus ise, AKP’nin elindeki tuzluğa “yetmez ama evet” diyerek iştahla koşanların bugün içerisinde bulunduğu sefil durumdur. Vesayetle, darbelerle, statükoyla hesaplaşıldığına kendilerini ve toplumu insanüstü bir çabayla ikna etmeye çalışan ve çok önemlice bir bölümü bunu kendi kişisel ikballeri için yapanlar, şimdi Hitler, faşizm, diktatörlük, sivil darbe vb. temalı yazılar döşenmekte, “AKP’yi desteklerken de AKP karşıtlığı yaparken de muhalif olma” gibi tuhaf bir beceri sergilemeyi başarmaktadırlar.

“Yetmez ama evet”te cisimleşen zihniyet, her ne kadar geç de olsa olan biteni idrak etmeye başlamışsa da, bu idrak ancak hakikatin küçük bir kısmına dairdir. Çünkü bir “sandık tutumu”ndan daha çok bir “siyasi/ideolojik” pozisyon olan ve yazının başında söz ettiğim tarih okumasından beslenen yetmez ama evetçiliğe göre AKP, devletleştiği/Kemalistleştiği için ortaya böyle bir manzara çıkmıştır ya da yaşanan süreç sadece ve sadece Erdoğan’ın diktatoryal heveslerinden kaynaklanmaktadır, mesele AKP meselesi değildir. Bu bakış açısının vardığı yer ise, Erdoğan’dan umut kesilmişse de, AKP’nin “fabrika ayarları”na dönmesi halinde her şeyin yeniden yola girebileceğine duyulan inançtır. Yani yetmez ama evetçilik bitimsiz bir kandırma/kandırılma arzusu halidir.

Oysa AKP’nin “fabrika ayarları” hiç olmamıştır, AKP en başından beri rejim inşa etmeyi amaçlayan bir parti olarak temayüz etmiş, bu inşa sürecini zamana yaymış, “demokrasi”yi de bu inşa sürecinin bir aracı olarak görmüş ve kullanmıştır. Bugün gelinen nokta ise Türkiye tarihinde ilk kez sivil bir yönetim aracılığıyla bir “ara rejim” tesis edilmesi olmuştur. Erdoğan önce parlamenter rejimin bekleme odasına alındığını, daha sonrasında ise rejimin fiilen değiştiğini, sıranın bu fiili değişikliğin anayasal altyapısını hazırlamaya geldiğini söylemiştir. Bugün AKP’nin ve dolayısıyla Türkiye’nin düzeninin yaşadığı kriz tam da bununla ilgilidir. AKP rejimi kendisini inşa ederken, nihai nokta olan başkanlık aşamasında takılıp kalmıştır ve başkanlığa geçişi sağlayamadığı gibi, parlamenter sisteme de geri dönememektedir. Tam da bu nedenle 7 Haziran seçimlerine doğru gidilirken Erdoğan’ın “400 vekil verin bu iş huzur içinde çözülsün” demesi de geçtiğimiz günlerde “400 vekil verilseydi bunlar olmazdı” demesi de nedensiz değildir. Rejim, yaşadığı krizin farkındadır ve bunu en güvendiği yer olan sandıkta aşmayı denemiş, beceremeyince, gece gündüz övdüğü “milli irade”yi de hiçe sayarak seçim sonuçlarını fiilen geçersiz sayarak bir “tekrar seçim”e gitmeyi kararlaştırmıştır.

Seçimlerin fiilen iptal edildiği, anayasanın fiilen askıda olduğu, parlamentonun fiilen dağıtıldığı, ülkenin fiilen saraydan yönetildiği bu “süreklileşmiş 12 Eylül rejimi”ni inşa eden partinin, 1 Kasım seçimlerine doğru giderken kongresini yine bir 12 Eylül günü toplaması ise üçüncü ironiyi teşkil etmektedir. Kendilerine 12 Eylül’le yol verilenler, 12 Eylül’ün ürünü olanlar, 12 Eylül’ü süreklileştirenler, kongrelerini yine bir 12 Eylül günü toplayacak ve yine ne ironiktir ki, demokrasi, 12 Eylül’le hesaplaşma, yeni anayasa vs. mesajları vereceklerdir.

Bu “ironiler coğrafyası”ndan ve “süreklileşmiş 12 Eylül rejimi”nden çıkış mı? Mümkündür elbette. 2013 yılının Haziran ayında 12 Eylül’e yaklaşık bir aylık bir ara verilmiş, Haziran boyunca bir yeniden halk ve bir yeniden yurttaş olma pratiği sergilenmiştir. O halde görevimiz bellidir, “süreklileşmiş 12 Eylül Türkiye”si yerine “süreklileşmiş Haziran Türkiye’sini” kurmak için mücadele etmek. Gerçek bir barış da, eşitlik de, özgürlük de ancak böyle mümkün olabilecektir çünkü.