AKP hükümetleri ise Arap Baharını Yeni-Osmanlıcı bir fırsata dönüştürme hevesiyle çıkışı olamayan bir mezhep savaşının doğrudan tarafı ve en kritik aktörü olarak hem kendisini zora soktu hem de insani dramı ağırlaştırdı

“İkinci Şii-Sünni Savaşı” Esad’ın kalışı ve Yeni-Osmanlıcılığın çöküşü

İLHAN UZGEL*

Suriye Ortadoğu’da yaşanan genel krizin merkezi ve ana ekseni oldu. Ülke neredeyse, bütün küresel güçlerin üzerine çullandığı, kendi hesaplarını görmeye çalıştığı, en son noktada insan hayatı üzerinden, halkların geleceği ve kaderi üzerinden çirkin pazarlıkların yapıldığı bir saha çalışmasına dönüştürüldü. Bu haliyle 21. Yüzyılın ilk emperyalist paylaşım ve bölüşüm mücadelesinin alanı oldu, bölge dışı aktörlerin pozisyonlarını birbirine göre belirlediği, güçlerini test ettiği yeni bir av sahası haline geldi.

Bütün bu karmaşa içinde krizin ana dinamiğinin Şii-Sünni çatışması ve onun etrafında kümelenen devlet ve devlet altı/devletaşırı örgütler olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, Rusya ve İran, Suriye’yi Arap Baharı sürecine yem etmeyeceklerini açıklayıp Esad rejimini ayakta tutmaya kararlı olduklarını gösterince, ABD bu oyunu kabul edip, “rejimi yıkmak” yerine “ülkeyi yıkma” siyasetine geçti. Bunu da doğrudan kendisinin yapmasına gerek yoktu. Bir yandan Sünni İslamcılığın bütün radikal renkleri, öte yandan Nusayri ve Şii aktörler olan Suriye, İran, Hizbullah hep birlikte Suriye’yi kendi elleriyle yıkmaya başladılar. İran ile Suudi Arabistan, Türkiye ile Rusya, El Kaide’nin çeşitli kollarıyla Hizbullah, Kuzey Kafkasyalı, Balkanlı mücahitlerle Esad rejimi Suriye ve Irak coğrafyasında doğrudan ya da dolaylı savaşarak hem kendilerini hem de Suriye’yi tüketiyorlar. Buna bir de Suriye’de IŞİD’i vurma iddiasıyla havadan bombalayan Türkiye, ABD, Fransa, Kanada, Avustralya, Ürdün, Katar ve Suudi Arabistan ve Rusya’yı ve yakında Almanya’yı da eklemek gerekiyor.

Şu anda, çok aktörlü bir “ikinci Irak-İran savaşı” süreci Suriye toprakları üzerinde yaşanıyor. Washington’daki siyasetçilerin ileride güzel bir rüya olarak hatırlacayakları bu çatışmada, Rusya ve İran’ın müttefiki bir ülkede El Kaide’nin çeşitli kolları ve IŞİD gibi radikal Sünni İslamcılar ile Şii Hizbullah ve İran güçleri savaşıyorlar.

Bunun çıkış noktası ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği konusundaki ısrarını 2013’te bırakarak Rusya ile ilk uzlaşması ve 2013’te Suriye’deki kimyasal silahların BM gözetiminde tasfiye edilmesi konusunda Güvenlik Konseyi’nde anlaşmasıydı. Muhtemelen küçük bazı miktarlar dışında Suriye’nin elinde bulunan kimyasal silah stoklarının BM Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü tarafından yok edilmesi ABD’nin elini rahatlattı. Öte yandan CIA ajanları da Türkiye ve Ürdün sınırında geçen silahları kontrol ederek savaşın gidişatını, yoğunluğunu belirleyebiliyorlardı. Rusya ise Güvenlik Konseyi’nde veto kullanmama karşılığında, Şam, Halep ve Lazkiye hattında daha küçük bir Suriye’de liman ve üs sahibi olmak koşuluyla bu sürece dahil oldu.

ABD bir yandan kimyasal silah anlaşmasını yaparken ve İsrail’i rahatlatırken, IŞİD’in geniş bir coğrafyayı kontrol etmesi ve vahşet çıtasını olağanüstü yükseltmesi, ABD’ye Ortadoğu’da Irak’ın işgaliyle kaybettiği meşruiyeti yeniden kazandırdı. Öyle ki, hem Erdoğan hem de onun terörist saydığı PYD, ilki Esad’ı, ikincisi ise IŞİD’i vurması için ABD’yi davet ediyorlardı. Dolayısıyla, şu anda ABD son 60 yıldır sahip olmadığı geniş bir siyasal opsiyonu ele geçirdi, sorun çözmesi için çağrılan bir aktör olabildi.

Mezhep Savaşının bir parçası olarak Türkiye

Türk dış politikasının geçmişte eleştirilebilecek birçok yönüne rağmen bölgesel çatışmaların doğrudan tarafı olmaktan kaçınma, Bosna ve Kosova’da olduğu gibi yardım ve destekle yetinme gibi bir geleneği vardı. Bunu en somut olarak sekiz yıl süren İran-Irak savaşında tarafsız kalarak mesafesini korumasında gördük.

AKP hükümetleri ise Arap Baharı’nı Yeni-Osmanlıcı bir fırsata dönüştürme hevesiyle çıkışı olamayan bir mezhep savaşının doğrudan tarafı ve en kritik aktörü olarak hem kendisini zora soktu, hem de insani dramı ağırlaştırdı. Doğrusu, bu politika AKP’nin kendi iradesiyle ve siyasal projesinin bir uzantısı olarak gelişti ama sonuçta müthiş bir başarısızlıkla sonuçlandı. Türkiye’nin bu mezhep savaşındaki rolü önemliydi çünkü Suudi Arabistan ve Katar, Türkiye’nin desteği olmadan bu politikayı sürdüremezlerdi ve dolayısıyla, Türkiye olmadan IŞİD’ın ayakta kalması mümkün değildi birçok açıdan mümkün değildi.

Türkiye en büyük hatası ise, olası sonuçlarını ve Rusya’nın hamlesini hesaplamadan, Suudileri ve Katar’ı yanına alarak Fetih Ordusu’nu kurması, yeni silah sistemleri sağlayarak Halep’e son darbeyi indirmeye çalışmasıydı ki, bu gelişme Suriye’deki savaşın gidişatını radikal olarak değiştirecekti. Bu amaca ulaşılamadığı gibi Rusya’nın doğrudan savaş uçağı ve asker göndererek bölgedeki dengeyi Suriye lehine değiştirmesine neden oldu. Öyle görünüyor ki, bu ihtimal karşısında Rusya ile ABD arasındaki ikinci uzlaşma gerçekleşti ve ABD, Rusya’nın, Suriye krizine daha fazla çekilmesine, kendisine bırakılan dar şeritin dışına çıkmadıkça itiraz etmedi. Sonuçta, savaşın uzaması ABD siyasetinin uzun süredir ana eksenini oluşturuyordu

Bu gelişme Türkiye’yi giderek zor durumda bıraktı. Bir defa, Rusya’nın doğrudan savaşa dahil olması onu Türkiye ile de doğrudan karşı karşıya getirdi. Dolayısıyla, bölgede Rusya, İran ve Türkiye ekseni kurulmasının imkanı kalmadı.

İkinci olarak, Rusya karşısında yalnız kalan Türkiye giderek ABD/NATO çizgisine çekilmek zorunda kaldı. Kendisine bir NATO üyesi olduğu tekrar hatırlatıldı. Üçüncü olarak, İncirlik’i kullandırmama gibi bir siyaseti varken, burayı neredeyse bir “NATO yol geçen hanı”na haline getirmek zorunda kaldı.

Esad’ın devrilmesi siyasetinden Azez-Cerablus hattına

ikinci-sii-sunni-savasi-esad-in-kalisi-ve-yeni-osmanliciligin-cokusu-93921-1.

AKP hükümeti Suriye’de, Esad’ın devrilmesi ve PYD’nin baskı altına alınması gibi iki siyasal hedefe odaklanmıştı. Rusya’nın doğrudan müdahil olmasıyla birlikte Esad’ın devrilmesi ihtimali kalmayınca, AKP artık, daha minimalist sayılabilecek PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt koridoru oluşturmaması politikasına sıkışıp kaldı. Bu amacına bile tek başına ulaşamayacağının farkına vararak ABD’ye yanaşmak zorunda kaldı. Azez-Cerablus hattının Türkiye’nin denetiminde Türkmen ve Arapların daha fazla yerleştirilmesi karşılığında İncirlik üssünü ABD ve diğer NATO üyelerinin uçuşlarına Meclis kararı bile çıkarmadan açtı.

Bu noktada, IŞİD’in bir “devlet” olarak varlığı daha da önem taşımaya başladı. Eğer IŞİD yenilirse, Esad yönetimi bu bölgede tekrar kontrol sağlayabilir ve zaten Rusya ile anlaşan, maaşların hala Şam tarafından ödendiği Rojava bölgesi, bir anlaşmayla Irak benzeri bir özerkliğe kavuşabilirdi. Esad’ın ayakta kaldığı ve Rojava’nın uluslararası alanda kabul gördüğü bu türden bir gelişme, AKP’nin başta belirlediği iki hedefin de çökmesi, bir tür kabus senaryosuydu. Oysa, IŞİD’in varlığı devam ettiği sürece, kuzeyde Türkiye, güneyde IŞİD PYD’yi baskı altında tutabildiği gördü.

IŞİD’in varlığını sürdürmesi şu anda başta, Esad, Rusya, ABD gibi aktörlerin de işine geldiğinden çatışmanın sona ermesi daha zaman alacak gibi görünüyor. 2015 Nisan’ında başlaması öngörülen büyük Musul operasyonu, eğit-donat programının başarılı olmaması, Rakka’ya saldırı hazırlıkları gibi medyada bahsedilen ama bir türlü hayata geçmeyen harekat planları krizi zamana yaymanın parçaları olarak öne çıkıyor. Bu nedenle çatışmanın uzaması bir yandan Türkiye üzerindeki baskıyı, sorunun karmaşıklaşması, yeni göçmen dalgası ihtimali gibi gelişmelerle artırırken, bir yandan da işine geliyor. Zaten AKP medyası da bu durumu “PYD, IŞİD’ten daha tehlikeli” diye dile getirmişti.

AKP Suriye denklemini tersinden kurmasının bedelini ödüyor ve hepimize ödetiyor. Esad’ı devirip PYD’yi baskı altına almak yerine, Esad‘ı devirmekten vazgeçip PYD ile uzlaşması ve tabii Suudiler ve Katar’la işbirliğini sonlandırması ve IŞİD’in zayıflaması, hem çatışma dinamiğinin dönüşmesini sağlayabilir, hem de Rusya’nın işin içine bu kadar girmesinin önüne geçebilirdi.

Türiye 70 yıl boyunca Sovyetler sınırdaş iken sıcak bir çatışmaya girmeyebildi. 20 yıldan fazla bir süredir Rusya ile doğrudan komşu olmasa da Çeçenistan, Bosna, Kosova meselelerinde farklı taraflarda durdu ama bu ölçüde bir gerginlik yaşamadı.

Esad’ı devrime siyaseti Erdoğan’ı Putin ile karşı karşıya getirirken, Azez-Cerablus hattını PYD’ye kaptırmama siyaseti, ABD ve Batı taleplerine iyice zayıf hale getirdi. Bu ilk aşamada AKP hükümeti İncirlik kozuyla bunu şimdilik engellemiş görünüyor ama bu gerçekçi, kalıcı ve uygulanabilir bir siyaset değil ve Türkiye’yi sürekli tavize açık halde bırakacak bir pozisyon. Şu anda PYD, daha çok Rusya’ya yakın bir siyasal çizgiyi takip ediyor. Geçtiğimiz dönemde PYD ile KDP arasında yapılan üç anlaşma da tam olarak başarılı olamadı, aradaki sorunları çözemedi. En son Eylül ayında Erbil’de ABD’nin özel temsilcisi Brett McGurk gözetiminde yapılan Salih Müslim Mesut Barzani görüşmesinde anlaşma sağlanamadı. Genel olarak PYD bağımsız ve Rusya’ya yakın çizgiyi sürdürürken, ABD’nın ısrarı olan Kürdistan Bölgesel Yönetimi’yle uzlaşmaya, ona tabi olmaya şimdilik direniyor. İleride ABD ile uzlaştığında, Türkiye’nin Azez-Cerablus hattını kontrolü daha da zor olacak. Bu durumun, Ortadoğu’da Yeni-Osmanlıcılık diyemediği için, oyun kurucu olacağını ilan etmiş bir hükümet için hazin bir tablo olduğu ortada.

*Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi