*İkinci yıl vesilesi
Totaliter iktidar, Şehircilik ve Direniş; Walter Benjamin ‘Pasajlar’ çalışmasında fikirlerin simgesel temsillerinden bahseder. Modernist parçalanmalarda şehir ve meta benzer işler görür. Şehir buyrukları olarak nitelediği “dikkat köpek var”, “dilenci ve seyyar satıcılar giremez”, “ilan yapıştırmak yasaktır”, gibi kamusal ikazlar şehrin parçalar halinde deneyimlenmesini sağlayan işaretlerken, bugün içinde yaşadığımız şehrin metrolar, AVM’ler, anıtlar, meydanlar, sokaklar, köprüler, benzin istasyonları, neon lambalar vb yerleşik konumları siyasal iktidarın totaliter olan rejimini okumada önemli göstergeler olduğunu söylüyor. Doğrudur, şehirdeki bu görsel somutluklar birer diyalektik imgelerdir de. Gösteren ve gösterilen ikiliğinden doğan maddi varoluşa ait imgeler... Kalabalıkların kendisi, üreticiden ziyade manzara olmuş tüketici insan imgesini yansıtıyor ve sınıfsal üretim ilişkilerini neredeyse görünmez kılıyor. Marksist teorinin bir geçiş toplumu olarak kavramlaştırdığı şeyi; İstanbul örneğine uyarlarsak, mekânsal anarşi, toplumsal kopukluk ve hiyerarşi olarak karşımıza çıkıyor. Emek sınıfının periferden uzaklaştırılması, merkezi ise ‘soylulaştırma’(!) çabaları bize iktidarın Gezi Parkı inadını okumamızı kolaylaştırıyor.
Dini, dili, etnik kökeni, siyasi görüşü fark etmeksizin Gezi’yi mesken tutmuş tüm insanlar arasındaki yardımlaşma ve dayanışma, Gezi Parkı’nı küresel ölçekte bir olay konumuna getirdi. Özellikle genç kuşağın iktidarın söylemlerini ironi ve mizah vasıtasıyla sürekli yapıbozuma uğratması ve internet üzerinden tüm o sloganları görselleriyle birlikte anında tüm dünyaya yaymaktaki başarısı Gezi Direnişi’nin dünyada yaşayan tüm muhalif kesimlerin takdirini toplamasını sağladı. Gezi yeni bir varoluş olasılığı yarattı. Kütüphaneden revire, ücretsiz dağıtılan gıdalardan kültür sanat merkezlerine kadar pek çok kurumsal yapının küçük bir modeli olarak Gezi Parkı devletsiz bir komünün yaratılabileceğinin kanıtı.
Gezi Direnişi’nden 3 yıl sonra; Gezi neoliberal kapitalizmin sunduğu yaşamın anlamsızlığını göstermek ve bu militarist-kapitalist sistemin radikal dönüşümünü mümkün kılacak koşulların ve pratikte ‘inatçı isyanın’ nasıl yaratılabileceğini teorik olarak da açıklığa kavuşturmalıdır. Totaliter iktidarların Gezi Parkı’na kurmayı planladığı Osmanlı anıtı kültürel bir dayatma -geçmişi sahte tarihsel bir mit olarak ele geçirme- olduğu kadar bir güç görseli/gösterisi; yalnızca ekonomik rant değil aynı zamanda özgür yaşam tercihlerine müdahale, toplum mühendisliği ve Taksim Meydanı’nın işçi sınıfının tarihsel ve ilkesel mücadelesinin merkezi olmaktan çıkarma ve böylece rejimin sürekliliği sağlama gayretleridir. Bilinmelidir ki terörizmin tarihini devletler yazmıştır.
ehirciliği aynı zamanda genel tecrit hareketi olarak da görürler. Planlanabilir üretim ve tüketim ihtiyaçlarına göre bireylerin denetimli bir şekilde yeniden sisteme dahil edilmelerini de sağlamak zorundadırlar. Bir şehrin tarihi, şehri denetleyen totaliter rejimlerin tarihi olarak bırakılamaz. Şehirlerin tarihi aynı zamanda özgürlük mücadelelerinin tarihidir.
Weil’ın İlyada’yı çözümlerken yaptığı saptama: Şiddet başat olduğunda güçlü tam anlamıyla güçlü olmadığını, güçsüz tam anlamıyla güçsüz olmadığını düşünmez...
Polisi, Akrebi, TOMA’sı, gazı, plastik mermisi, hapishaneleriyle, yasaları ve yasaklarıyla güçlü olduğunu düşünen otorite; o kadar enstrümana ihtiyaç duymasıyla aynı zamanda korkaktır da. Karşılığında başvuracağı şiddet otoritenin ‘gösteri’sinin bir parçası olur.
Weil’ın çözümlemesinde tanımladığı ikinci grup, benim gündelik hayatı dönüştürerek karşı duran emekçiler benzetmesi yaptığım kitlelere gelince; onlar da güçsüz olduğunu düşünmez, çünkü gücünü davasının haklılığından, moral dokusunu ise kitlelerin inatçı isyanından alır ya da artık bıçak kemiğe dayanmıştır. (Buradan da metal direnişine selam çakalım)
*Gezi Direnişi’nin 2. yılı vesilesiyle... (Bu yazımın farklı versiyonları daha önce BirGün gazetesi ve Kontrast dergisinde yayınlanmıştır.)