Google Play Store
App Store

Gerçeklikten kopan ekoloji ve emek mücadeleleri, iklimin yönetimi stratejisinin zemini olacaktır. Kötüye gidişi bir bilimsel zorunluluk olarak ortaya koyan sermaye aklını ters yüz edebiliriz.

İklim krizi yönetilebilir mi?

FEVZİ ÖZLÜER

İklim krizine dair yol haritasının, Birleşmiş Milletler çatısı altında konuşulduğu 26. Taraflar Konferansı’nın son günlerinde acı haber sonuç bildirgesi tadında yayılmaya başladı. Yüzyılın sonunda küresel ölçekte sıcaklık artışları iki derecenin üzerine çıkacaktı. Neredeyse otuz yıldır, tüm iklim zirveleri, küresel ölçekte karbon emisyonlarını aşağıya çekmek, buna yönelik bir devlet, sivil toplum ve sermaye düzeni yaratmak için örgütlenmişti. Bu haberle acaba hangi gerçeğe alışmamız isteniyordu? Bu yüzyıl sonunda bir kaçınılmaz sonun muştulandığını mı anlamalıydık! Mesela bir kıyamet mi bekleniyordu? Ya da kimin için bir kıyamet! Bilimsel gerçekler olarak önümüze fırlatılan, tarihsel bağlamından soyutlanmış bu bilgi yumağı, tarihin geri döndürülemez bir biçimde belli bir sona yöneldiğini mi göstermekteydi?

Bu zirvede, alternatif toplumsal siyasal pratiklerin daha yoğun bir biçimde çitlenmesine tanıklık ettik. Aynı zamanda da burjuvazinin ideolojik ve siyasal hegemonyasını yeniden örgütlediğini gözlemledik. Bu hegemonya, emekçilerin kötü bir sona hazırlanması gerekliliğinin nesnel zeminini işaret ediyordu. Pek tabii bu, emekçilerin veya dünya halkalarının “iyi yaşam” idelerinin ellerinden sökülüp alınması demektir. Neyin, nasıl, kimin için üretileceğinin anlamsızlaştırıldığı, sırat köprüsünün üzerindeki o bitkin hal. “Pembe fillerin” ve hayallerin dönemi kapatıldı. Pek çok iklim aktivisti için, çevre örgütü açısından olduğu kadar emekçi örgütlenmeleri için de bu taraflar konferansından önemli bir sonuç beklenmemekteydi. Ancak bu önemli sonuç algısı, emekçilerin ve doğanın çıkarlarına yönelik bir beklentiydi. Sermaye sınıfı tam da bu ara yüzü çok iyi kullandı. Bir tarafın pek bir şey beklemediği, diğer tarafın da daha kötüsüne hazırlık yaptığı bir savaş ruh hali.

Fakat konferanstan sermaye sınıfı çok önemli bir sonuç çıkardı: Yüzyılın sonunda küresel düzeyde sıcaklık artışları iki derecenin altına düşmeyecekti. Düşürülmeyecekti. Bu işaret, sermaye birikim rejiminin fosil yakıtlarla uyumlu bir yenilenebilir enerji pazarına yaslanacağı ve sermayenin genişleyeceğinin habercisiydi. Aynı zamanda da teknolojik temelli dönüşümler için finans ve sermaye olanakları harekete geçirilecekti. Bu nedenle hayvancılık endüstrisi gündem dahi olamazken; ormanların karbon ticaretinde kullanımı yoğun bir gündem haline geldi.

Peki, küresel ölçekte sıcaklık artışları iki derecenin altına indirilmeyecekse ve bu kabul, politik bir tercih olarak açığa çıktığına göre; iklim konferansının gündemini yoğun bir biçimde dolduran bu araçlarla ve stratejilerle iklim krizinin önlenmesi arasında nasıl bir ilişki vardı? Bu zirvenin tam da bize söylediği şey buydu. Ya da söylemediği. Konferansta iklim krizi, aşılması değil; yönetilmesi gereken bir sorun olarak ortaya konuldu. İklim krizinin yönetilebilirliği iddiası da bu krizin varlığını sürdürülebilir kılmayı gerektirmekteydi. Bu nedenle de daha iyiye bir gidiş değil; daha kötüye bir gidişin engellenmesi küresel topluma bir ufuk çizgisi olarak çizildi. Toplumlara ve halklara söylenen şey, “daha kötüye gidiyoruz ve bu daha kötüye gidişin yönetilmesine ihtiyacımız var” idi. Bu araçlar ve stratejiler, daha kötüye gidişin engellenmesinin tek yolu olarak ortaya konuldu.

Bu bağlamda, devlet ve şirketler, önümüzdeki dönemin başat aktörleri olarak önemli roller ve sorumluluklar üstlenmiş durumda. Bu rol ve sorumluluk iklim krizinin aşılması için değil. Krizin yönetilmesi için alınacak tedbirlerin en başında, iklim krizi ve demokrasi arasında bağı gösteren, işaret eden toplumsal örgütlenmelerin devre dışı bırakılması ve siyaset alanın daraltılması geliyor. COP26 zirvesi sırasında, şirketlerin tüm konferanslarda etkili boy göstermesi, kendilerine bağımlı bir sivil toplum yaratması, halkların demokratik taleplerinin gündem dahi olamaması bu eğilimle oldukça ilgili.

DENGE DEĞİL DEVRİM

Sivil toplumun bir denge unsuru olarak küresel çapta işlevsizleştirilmesi, aynı zamanda iklim krizinin emek örgütlenmesi konusunda da sonuç doğuracağa benziyor. Almanya, Güney Afrika gibi ülkelerin fosil yakıttan ve kömürden çıkışı için teknoloji transferini çoktan gündeme taşıyor. İngiltere başta olmak üzere pek çok kapitalist vitrin, fosil yakıtı desteklemeyeceğini işaret ediyor. Ancak tam bu açıklamaların ardından nükleer enerji yenilenebilir bir kaynak olarak yeniden pazarlanıyor. Buna yönelik kredi ve finans araçlarını harekete geçiriyor.

Lakin emek süreci üzerinde denetimini yitirmiş işçi örgütlenmesine; üretilen zenginliğin ne için, ne kadar, nasıl üretileceğine karar verme olanağını yitirmiş emekçi kitlelerin ve bunların örgütlenmelerin desteğine bu enerji arzı ve iklim yönetimi arasında kurulan denge piyasası hiç ihtiyaç duymuyor. Tam aksine, güçlü sendikal örgütlenmeler ve bu tarz örgütlenmelerin acil sınıfsal talepleri, teknoloji transferi tabanlı adil dönüşüm perspektifi açısından muteber sayılmıyor.

İklim krizinin yönetilebilirliği savı, öncelikle iklim krizinin aşılmasına dair siyasal ve toplumsal örgütlenmeleri de ortadan kaldırmayı gündemine almış durumda. Bu nedenle de ana akım iklim muhalefeti için de alternatif bir toplum tahayyülü, hayalcilik, hamaset ve irrasyonalite olarak imleniyor. Fakat diğer yandan da iklim krizini aşma hedefleri, bir iktidar kullanma, kamu gücünü örgütleme, üretim biçimini dönüştürme perspektifi olarak hem emekçi kitlelerin elinden hem de iklim aktivistlerinin ufkundan sökülüp alınıyor. İklim krizini aşma ufku ile üretim tarzı arasında dönüşüm bağını kuran grupların, yapıların gözünü diktiği sosyalist ülkeler ve deneyimlerin ise etkili bir blok siyaseti örgütlemeyi başaracak güce sahip olması istenmiyor. İşte bu nedenle, Birleşmiş Milletler zirvesinde devletler o ülkelerin bürokratları ve sermaye ittifaklarının yoğun lobisiyle temsil ediliyor. Tüm bir politik tartışma zemini de iklim zirvesinde, iklim krizinin yeniden ürettiği güvenlik, özgürlük, göç, susuzluk ve kuraklık olgularına dair neler yapılacağı noktasından; bu yeniden üretim alanlarının piyasa, ticaret, kredi ve finans olanaklarına yöneltiliyor. Vitrin ışıklarına sermaye bir kez alışmaya görsün. Orada her şey sergilenebilir, gösterilebilir ve temaşa edebilir.

Sivil toplumun sermaye karşısında denge unsuru olmaktan çıktığı bu koşullarda, yeni bir denge noktası ise bir daha ortaya çıkmayacak. Taraflar Konferansı bunu net bir biçimde ortaya koydu. Serbest radikallerin, “Zirveden bir şey beklemiyoruz” açıklamaları kör kuyulara atılmış, sağır taşlara dönüştü. Oysa, önümüzdeki dönem iç içe geçmiş ekolojik krizler ve siyasal devrimler çağı olacak. Kriz bizi beklemiyor. Bu anlamda da siyasal devrimlerin ilerici mi gerici mi bir nitelik taşıyacağı, sınıflar arasında cereyan eden güç dengelerinin örgütlenme biçim ve anlamı ile devletin bu bağlamda alacağı konumla şekillenecek. Bu bağlamda da ekolojik krizi ve bunun bir biçimi olan iklim krizini aşma iddiası, konferanstan bir şey beklemeyen bir sivil toplum perspektifini değil; zirvelere, devlet yönetimine ve hayata hakim olma iddiasında bir siyasal emekçi örgütlenmesini zorunlu kılıyor. Bu gerçeklikten kopan ekoloji ve emek mücadeleleri, iklimin yönetimi stratejisinin zemini olacaktır. Kötüye gidişi bir bilimsel zorunluluk olarak ortaya koyan sermaye aklını ters yüz edebiliriz. Eğer bu kötüye gidiş bir zorunluluksa kötüye gidişi engellemeye yönelik propagandanın bizi tüm haklarımızdan soyutlayacağını kabul etmeliyiz. İyiye gidiş bir zorunluluksa, iyiye gidiş için tüm haklarımızı geri alacağız. Bu bir cüret anı. Cüret, cehaletten değil özgürlük ve adalet idealinden feyz almak zorundadır.