(Mübarek, Erdoğan, Putin, Nazarbayev, Berlusconi, Kaddafi, Bin Ali vs.)

İKTİDAR HIRSI

(Mübarek, Erdoğan, Putin, Nazarbayev, Berlusconi, Kaddafi, Bin Ali vs.)

 

Bir dakika beyler, bir sorum var!

Saf bir soru gibi gelebilir. Ama doğal bir soru bu.

Sizin, hepinizin pek bir akıllı laflarınızdan, sizi analiz eden uzmanların ciddi tahlillerinden başımızı kaldırsak bir dakikalığına. Ve bu basit soruya cevap arasak:

Neden bu kadar seviyorsunuz iktidarı?

Nedir bu hırsınız?

Neden başınız dik gitmek yerine, sonuna kadar yapışıp kalmak istiyorsunuz bu koltuğa?

Neden?..

*       *       *

Hüsnü Mübarek konuşma yapıyor. Acıklı bir tiyatro. Sanki ufak bir sorunu çözüyor. Taviz verirken bile burnundan kıl aldırmaz havalarda. Mükemmel bir aktörlük yeteneği.

Berbat bir dram. Bir adım sonrası trajedi.

Bu saçları boyalı, bir dizi ilaçla ayakta tutulan, “dinç görünüşlü ihtiyar”ın içinde neler “cereyan ediyor”? Ne heyecanlar gizli o güçlü çehrenin arkasında? Ne korkular? Ve ne kompleksler?

Nedir bu halin be Hüsnü Bey? Değer miydi bu durumlara düşmeye? Ne uğruna bütün bunlar?

Sanki sen bilmiyor musun, artık iktidarının bitiş zilinin çaldığını? Tut ki bir-iki “sıkı manevra” yaptın. Ve işi biraz uzattın… Nereye kadar? Sen de görüyorsun ki, en fazla birkaç ay… Sonunda perde kapanıyor senin vakur suratının üzerine. Şimdi, birkaç gün sonra, birkaç ay sonra… Ama yıllar almayacak! 30 yıl daha sürmeyecek!

30 yıl!!!

Neydi hırsın o kadar Hüsnü Bey? Haydi halkı bırak, 30 yıl iktidarda kalmaktan sen kendin yorulmadın mı? Yaşın gelmiş 83’e… İnsaf!..

*       *       *

Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali 1987’den 2011’e kadar oturdu o koltukta. Yaklaşık 24 yıl! İnsaf be Zeynel Bey! Kazık mı çakacaktın başkanlık sarayına?

Ya Muammer Bey’e ne demeli? Kaddafi’ye yani? 1969’dan beri koltukta. 42 yıl! Daha ne kadar sürer dersiniz?

1990’dan bu yana liderlik eden Nursultan Nazarbayev, “Ne olursun, ölene kadar orada otur” diye kendisine yalvaran 5 milyon Kazakistan yurttaşına ne cevap vereceğini düşünüyormuş, duydunuz mu? Ne desin sizce? Koltuğu bırakırsa çok mu acı çeker? Canı mı sıkılır fena halde? Yoksa aç ve açıkta mı kalır?

Ya Silvio Berlusconi? Adam 75’ini sürüyor. Daha hâlâ ne yapıyor o kavga gürültünün arasında? Üstelik İtalya’nın bir numaralı zengini…

Vladimir Putin başa geleli 10 yılı aşkın zaman geçti. Dmitriy Medvedev’le birlikte çift kişilik koltuğu rahat. Şimdi 2012’de yeniden başa gelip iki dönem kalsa, şu kadar yıl; Medvedev’i bir dönem daha Kremlin’de tutup sonra kendisi otursa koltuğa, bu kadar yıl… Çeyrek yüzyılı geçiyor nereden baksan hesaplar…

Ya Tayyip Erdoğan? “Entelektüellerin dilinden değil, milletin dilinden konuşarak” daha ne kadar bölecek hayatımızı sinirli demeçleriyle? “Halkın öğrenmesini istediği başkanlık rejimi” 2012’de mi başlayacak, yoksa 2014’te mi? İki dönem başkanlık yapsa, ne ediyor? 2002’den 2024’e kadar falan mı? İnsaf!..

*       *       *

Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin Bin Ali, Muammer Kaddafi, Nursultan Nazarbayev, Silvio Berlusconi, Vladimir Putin, Tayyip Erdoğan… Ve ötekiler…

Hepinize bir sorum var:

Neden bu kadar seviyorsunuz iktidarı?

Nedir bu hırsınız?

Neden başınız dik gitmek yerine sonuna kadar yapışıp kalmak istiyorsunuz bu koltuğa?

Neden?..

*       *       *

George Washington üçüncü dönemi reddettiğinde takvimler daha 18. Yüzyıl’ı gösteriyordu. Enayi miydi acaba o? Ya da iktidarı sevmeyen biri olduğu iddia edilebilir miydi?

Charles De Gaulle “Fransa benden usandı, ben de Fransızlar’dan” deyip giderken aklını mı kaçırmıştı?

Seçim yenilgisini “İşte özgürlük budur, bunun uğrunda mücadele verdik” diyerek karşılayan Winston Churchill sarhoş muydu yoksa?

Ya da, mesela, Henry Kissinger’e bakın; adam koltuksuz, ama mutlu ve gururlu; 88 yaşında hâlâ dünyayı dolaşıp ona buna tavsiyeler veriyor, yazılar yazıyor, konferanslar veriyor… Peşindeki gazeteci ordusu da hiç de fena değil hani!..

*    *    *

Bu örnekler size göre değil mi? Sizin durumunuz “başka” mı? Nedir bu “özel durum”?

İktidarın büyüsü mü bu?

Büyüklük kompleksi mi?

“Sorumluluk duygusu” mu yoksa? Yani sizden başkası “beceremez” mi? Ya yıllardır çözemediğiniz sorunlar?

Neden ölümüne yapışıyorsunuz o koltuğa?

Neden?..

Değişim (hiç olmazsa “biçimsel değişim”) olmadığı zaman, halkın eninde sonunda “huylanacağını” öğrenemediniz mi? Lider değişiminin istikrarı sürdürmek ve darbelerden-devrimlerden kendinizi korumak için elzem olduğunu anlamadınız mı? “Alternatifli olma”nın (“emanetçi atama oyunları”ndan bahsetmiyorum, gerçek alternatiften söz ediyorum) sizin güvenliğinizin yegâne garantisi olduğunu içinize sindiremediniz mi bir türlü?

Başarılıyken, başı dik inmek daha iyi değil mi o koltuktan?

İktidar ne kadar uzarsa, bu ihtimal o kadar azalmaz mı?

Ne dersiniz?..


'Benim kentim' deyince...
 
Acaba insan, sevdiklerine “benim” derken, onlara sahip çıktığını mı söylemeye çalışır, yoksa ait olduğunu mu dile getirir?

Örneğin, “karım”, “kızım”, “arkadaşım” derken...

Ya “memleketim” derken?..

Acaba insan, “benim kentim” derken, o kentle ilgili hak mı iddia eder, yoksa ona teslim olmuşluğunu mu vurgular?..

*  *   *

“Benim kentim” diyebileceğim birkaç kent var.

Ama Türklerin taparcasına sevdiği soru, “Nerelisin?” beni hep sıkıntıya sokar. Nüfus kütüğünden mi bahsetsem, doğduğum yerden mi, kendimi bulduğum şehirden mi, en uzun süre (20 yıl) yaşadığım kentten mi?

Ne o, ne o, ne o, ne o...

Leningrad... Petersburg yani. (Ama benim dilim her zaman dönmez bu isme. Leningrad’dır gençliğimin kenti benim için hâlâ.)

“Nerelisin?” dendiğinde Leningrad’ı söylemek gelir içimden. Alacağım tepkilerin beni yormasından korkarım, söyleyemem.

*  *   *

Denizinden çok Neva Nehri’ni sevdim ben bu kentin. Nehirden Moskova Tren Garı’na uzanan, Dostoyevski’yi, Çernişevski’yi ve Lenin’i kucaklayarak tarih ve edebiyata yayılan Nevski Caddesi’ne tutuldum. Yüzü aşkın kanalla kenti kuşatan güzelliğe, Yaz Bahçesi’ne, dünyada benzeri olmayan Hermitaj Müzesi’ne, 1917 Bolşevik Devrimi’nin mekanı Saray Medyanı’na, kentin Alman faşistlerine 900 günlük direnişinin sembollerine, kent yakınlarındaki Puşkin ve Pavlovsk gibi yeryüzü cennetlerine vuruldum.

Bizimkilerin “Deli Petro” dedikleri Büyük Pyotr’un, 1703 yılında bataklıklar üzerinde kurduğu, Lenin’in ölümünden SSCB’nin ölümüne kadar (1924-1991) adı Leningrad olan, sonradan ilk adı olan Petersburg’a dönen kenti böylesine sevmemin nedeni, belki de üniversite yıllarımın bir daha geri dönmeyecek heceyanlarından, beyaz gecelerde yaşanan aşklardandır, kim bilir…

Zaten yaşanmış kentlerin ve duyguların birbirinden ayrılmasına gerek var mı? Onların kısa özeti şu tek kelimeyle yapılabildikten sonra: Hayat!