AKP için açılan kapatma davası ve ardından Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın üzerinden çok geçmedi. Malum, davaya esas asıl suçlama AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin...

AKP için açılan kapatma davası ve ardından Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın üzerinden çok geçmedi. Malum, davaya esas asıl suçlama AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmasıydı. İşin hukuki tarafını tam olarak bilemiyorum ama Başbakan’ın ‘velev ki Türban siyasi simge olsun’ ifadesi bütün bir davanın mottosu olmuştu.

Eleştirenlerin ne dediğini de tam olarak anlayamamıştık ama dava sürecinde Yargıtay Başsavcısı çok eleştirildi : Din ve dince kutsal sayılan değerlerin siyasete alet edilmediği mi söyleniyordu yoksa bunun suç olmaması gerektiği mi, belli değildi. Bu türden gri ifadelerin çok yaygın olması Türkiye’nin düşünce dünyasıyla mı yoksa hukuk sistemiyle mi ilgilidir bilinmez ama muhtemelen, belirsiz bir biçimde her ikisi birden söyleniyordu.

Peki, ama laiklik tartışması bir ceza hukuku terminolojisiyle mi yapılmak zorunda mıdır: ‘O parti kapatılsın mı, kapatılmasın mı? Genç kızlar üniversiteye girerken başını açsın mı, açmasın mı?’

Kimse eveleyip gevelemesin. Laiklik tartışması toplumsal yaşamın dinden arındırılması tartışmasıdır. Efendim, toplumsal alan nerde başlar nerde biter, ama insanlar arası her türden ilişki toplumsaldır vb. bunlar demagojiden ibarettir. Aynen laikliğin din ve vicdan hürriyeti olduğu ya da din ve vicdan hürriyetinin teminatı olduğu laflarının demagoji olması gibi. Bir toplumda din ve vicdan hürriyeti olması o toplumun laik olduğu anlamına falan da gelmez. Tersi de doğrudur. Bir toplum din hürriyeti olmadan laik olabileceği gibi laik olmadığı halde dinsel inançlara hürriyet tanıyor da olabilir. 

Türkiye’nin bu bahisteki temel sorunu aslında kimsenin gerçek bir laiklik tartışması yapmaya niyetinin olmaması. Bunu gerçek bir laiklik olmaması anlamında söylemiyorum. Gerçek bir laiklikten önce gerçek bir laiklik ya da gerçek bir din tartışması olmaması anlamında söylüyorum. Bu tartışmanın iki tarafının da laiklikle ilgisi olmadığı gibi samimiyetle de bir ilgisi yok. Hiç kimse bu tartışmanın Türkiye’deki temel taraflarının laiklik bahsinde ne dediğini tam olarak bilmiyor. Deniz Baykal ya da Türk Ordusu toplumsal yaşamın dinden arındırılmasını gerçekten istiyor mu? Herhalde bunu iddia edebilecek kimse yoktur. Ya da AKP toplumsal yaşamın tamamen dinselleştirilmesini gerçekten istiyor mu? Gerçekten istemiyor diyenlerin sesi çok çıkıyor ama ‘gerçekten istiyor’ diye düşünen ciddi bir topluluk olduğundan da eminim ben. Tabi ki olağan durumda toplumun ana akımlarının böylesi müphem pozisyonlar alması anlaşılır bir şey. Hayat sizin istediğiniz gibi akıyorsa belirsizliklerden niçin rahatsız olasınız?! Yani sorun Türkiye tarihindeki laiklik tartışmasının da asli tarafları yok. Bir insanın inanç sahibi olması kuşkusuz ki saygıyı hak eder. Fakat buradaki saygı insani bir saygı, insan ilişkilerine ait bir saygıdır. O insanı doğrudan tartışmak inciticidir ve insani ilişkilere yakışmaz. Fakat o insan rahatsız olacak diye herhangi bir inanç sisteminin toplumsal tartışma alanından çıkartılması başka bir şeydir. Fakat Türkiye’nin laikleri ve dindarları bu konuda uzlaşmış durumdalar. Tartışma her halükarda ılımlı laiklikle ılımlı Müslümanlık arasında bir tartışma. Esasen kimsenin ne dinin toplumsal yaşam üzerindeki etkisinden ne de laik değerlerin toplumsal düzenleyiciliğinden tamamen vazgeçmeye niyeti yok. Sorun bunların sınırlarının ne olacağı? Türk Ordusu’nun ‘peygamber ocağı’ olarak anılmaktan rahatsız olduğunu düşünmüyoruz herhalde. Peki, Anadolu kaplanları Diyanet İşleri’nden rahatsız mı? 

Sorun Türkiye’nin laik olup olmaması değil. Değil çünkü, Türkiye’nin ana siyasal akımları bu bahiste zaten tarihsel bir uzlaşmaya sahipler. Kimse Türkiye’nin laik olması gerektiğini düşünmüyor. Dolayısıyla güncel ana özneleri AKP-CHP-TSK olan bu tartışma esasında ‘dinin ne ölçüde, nasıl ve kim tarafından siyasete alet edilmesi gerektiği’ tartışması. Çünkü Türkiye’deki egemen sınıf bloğunun hiç bir bölmesi ne toplumsal yaşamın dinden arındırıldığı bir Türkiye, ne de kapitalist-emperyalist dünyayla köprüleri atacak cinsten bir İslamileşmeyi asla düşünmüyor. Laiklik bahsinde bütün olan bitenin bir kayıkçı kavgasından ibaret olduğunu iddia etmiyorum. Türkiye toplumunun 12 Eylül ve ardından sosyalist bloğun çözülüşüyle katmerleşen, tarihsel derinliği olan bir dinselleşmesiyle / dinselleştirilmesiyle karşı karşıya olduğumuzu söylüyorum. Türkiye için laiklik talep edenlerin bu tartışmanın Türkiye’deki her iki tarafını da karşılarına alan bir pozisyona mahkûm olduğunu, hâlihazırdaki tartışmanın herhangi bir tarafıyla aynı kare içinde yer alarak laiklik tartışması yapılamayacağını anlatmaya çalışıyorum. Bu yazıyı CHP’nin son Kuran Kursu açılımının esinlediği aşikar. Dinin toplumsal yaşamda doğallaştırılması, etkinleştirilmesi bahsinde CHP’nin de Diyanet İşleri’ne mahkum olmadığını keşfetmesi olumlu bir gelişme. En azından sivil bir gelişme. Fakat bu durum sadece Yargıtay Başsavcısı’nın1 değil sosyalistlerin de bu bahiste radikal bir karar noktasına geldiğini gösteriyor: Toplumsal yaşamın dinden arındırılmasını istiyorsak bunu sadece ılımlı İslam girişimini teşhir ederek ya da Alevi’lerin dinsel haklarına sahip çıkarak değil açıkça, adını koyarak ifade etmeliyiz. Ya da Türkiye toplumunun dinselleşmiş olması gerçeğini vakıa olarak kabul edip ona göre bir tutum almalıyız: Evet o (din) ruhsuz bir dünyanın ruhu, ağlayan kalplerin inleme sesidir ama toplumların da afyonudur.