İki bin sekiz yılının bir dönemin sonu olduğu, ileride bugünlere geri dönüp bakılınca daha iyi anlaşılacak. Bir dönemin sonuna gelindi. Yirminci yüzyıl kapitalist dünyada iki büyük rejim değişikliğine...

İki bin sekiz yılının bir dönemin sonu olduğu, ileride bugünlere geri dönüp bakılınca daha iyi anlaşılacak. Bir dönemin sonuna gelindi. Yirminci yüzyıl kapitalist dünyada iki büyük rejim değişikliğine sahne oldu, 1929 bunalımı sonrası Keynesçi politikaların ve Bretton Woods düzenlemelerinin geçerli olduğu 1945-75 dönemi ile bu düzenlemelerin çöküşü ile başlayıp, son küresel kriz ile son bulan 1975-2008 dönemi. Piyasa ve piyasa güçlerine koşulsuz inancın olduğu bu son dönemin hâkim ideolojisi neo-liberalizm oldu. Hemen her alanda liberalleşme, piyasa güçleri önündeki her türden düzenleme ve denetlemelerin kaldırılması ve özelleştirmeler temel politika araçlarıydı. Finansal sektör öncülüğünde de neo-liberalizm küresel bir boyut kazandı.

Bu politikaların gelişmekte olan ülkelerde uygulanması, başta IMF olmak üzere uluslararası kurumlar aracılığıyla gerçekleşti. Ne var ki bu ülkeler krizden krize sürüklenirken, bu politikaların sonucu kırılgan bir ekonomik yapı, azalan yatırımlar ve dengesiz bir gelir dağılımı oldu. Neoliberal reçeteler gelişmekte olan ülkelerde başarısızlıkla sonuçlanınca “yapısal reform” adı verilen serbest piyasanın işlemesini kolaylaştıracak bir dizi kurumsal düzenlemeler gündeme geldi. Neoliberal politikalar başarısız olmuştu. Çünkü bu ülkelerin yetersiz kurumsal çerçevesi piyasa mekanizmasının işlemesini engelliyordu. O halde yapılacak reformlarla piyasa yanlısı bir ortam yaratılmalıydı. Bu doğrultuda gelişmiş ülkelerin, özellikle de Anglo-Amerikan kurumsal yapısı örnek gösterilerek, bu kurumlar IMF programlarıyla gelişmekte olan ülkelere ithal edildi. Kısaca neoliberal politikalar başarısız oldukça hep daha fazla liberalizm önerildi.

Bu son krizin iki önemli sonucu oldu. Birincisi, neo-liberalizmin ideolojik hegemonyası sarsıldı. İkincisi, fiilen bu politikalar terk edilmeye başlandı.

O örnek alınması gereken kurumlarıyla gelişmiş ülkelerin mali piyasaları çöktü. 5 trilyon dolara ulaşan yardım paketleriyle bankalar devleştirildi. ABD’de de “yap ama söyleme” biçiminde olan bu müdahaleler, Avrupa’da daha açık bir biçimde “millileştirme” programları olarak adlandırıldı (NYT, 14/10). Daha da öteye giderek bugün kapitalizmi korumanın tek yolunun bu müdahaleler olduğu itiraf edildi (The Economist, 24/10).

Bizde ise kafalar karışık. Kafa karışıklığı özellikle iki noktada ortaya çıkıyor. Birincisi, krizin Türkiye ekonomisine etkileri konusunda gözleniyor. Başta ekonomi yönetimi olmak üzere belirli bir çevre, adeta olup bitenden habersiz, neoliberal “yapısal reformlar” sayesinde bu krizden etkilenmeyeceğimizi ileri sürüyor!

İkincisi IMF ile ilişkilerde gözleniyor. Başta TÜSİAD olmak üzere iş çevreleri IMF ile yeni bir stand-by anlaşması istiyor. Ancak bu anlaşmadan ne beklendiği açık değil. IMF’den mevcut krize karşı ne tür önlemler önermesi bekleniyor? Bu belli değil. Krizin aşılması için hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ülkelerin genişleyici maliye politikalarını uygulamaya başladığı, merkez bankalarının faiz indirimlerine gittiği, bankaların devleştirildiği, mali piyasalarda yeni düzenlemelerin tartışıldığı bir ortamda, IMF’den ne tür öneriler bekleniyor?

IMF, Türkiye’den mali disiplin mi isteyecek, sıkı para politikası mı önerecek, küresel sermayenin “nimetlerinden” daha fazla yararlanmak için yeni reformlar mı önerecek yoksa Ziraat Bankası ile Halk Bankalarını özelleştirmemizi mi isteyecek? Birileri bir an önce açıklasa da öğrensek.