Muhafazakârların yükselişte olduğu günlerde “Türkiye İran olacak” özellikle laik kesimin sıklıkla dile getirdiği bir söylemdi. Ordu dışında medya ve muhalefetin de destekçisi olduğu 28 Şubat müdahalesi, endişeli laik kesimi bir nebze olsun rahatlatsa da siyasal İslam’ın güçlenerek iktidar olması engellenememişti. Erdoğan ve ekibi iktidara gelir gelmez yeni bir 28 Şubat yaşamamak için uzlaşmacı bir yolu tercih ettiler. “Değiştim” sözleriyle Erdoğan Türkiye’de yükselen sol liberal, özgürlükçü kesimin ilgisine mazhar olmuştu. Kentsoylu aydın cumhuriyetin hor gördüğü muhafazakâr kesime karşı bir tür oryantalizm yaşıyordu. Bu beyaz entelektüel ilgi Türkiye’nin yükselen yeni öznesini keşfetmenin ötesinde, kendisine yeni konfor alanları yaratmayı amaçlıyordu. AKP onların yardımıyla örneğin kamusal alanda türbanı daha nitelikli bir zeminde tartışabildi. Çünkü o dönemde cumhuriyetçi kesim nezdinde AKP’nin başka bir Türkiye özleminin yegâne sembolü türbandı. Cumhuriyet gazetesinin “Tehlikenin farkında mısınız (2006)” başlıklı reklam filmi türban ve muhafazakârla tartışmasına orta yerinden dalarken, aynı dönemde Cumhuriyet Mitingleri Türkiye’nin muhafazakârlaşmasına itirazın dinecek gibi olmadığının göstergeleriydi.

AKP iktidardaki ilk döneminde olup bitenler karşısındaki tecrübesizliğini devlet içinde 80’lerden bu yana mesaide olan Cemaat yapılarıyla aşmaya çalıştı. 2007 genel seçimlerinden galip çıkmasından birkaç gün sonra da Ergenekon süreci başladı. O yıllarda ismi halen açıkça telaffuz edilmeyen Gülen Cemaati devletin içine sızmış birimlerini harekete geçirerek muhafazâkar kesim karşısındaki en dirençli noktayı, orduyu hedef aldı. AKP ve Cemaat, derin devletin açtığı fay hatlarından ilerleyerek, Türkiye’nin sorunlu tarihsel, politik, etnik meselelerini muhaliflerini dize getirmek adına ustalıkla kullandı. Bu sırada sadece kendi taraftarlarını değil, liberal, sol ve milliyetçi kesimi de ikna edecekleri, onlardan destek alacakları bir yol izlediler. KCK tutuklamaları milliyetçiler, Balyoz ise sol, liberal ve Kürtler için görmezden gelinemeyecek nedenler içeriyordu. Her kesime bir diğeri için “oh olsun” dedirtecek tarihsel nedenleri vardı. Cemaat devleti dönüştürmek konusunda sabırsız davranırken AKP çoktan güç ve rant bağımlısı hale gelmişti bile.

AKP’nin üçüncü dönemi sadece Erdoğan’ın değil ekibinin de ustalık dönemiydi. AKP MİT’e ve orduya giderek daha fazla hâkim olmuş, kadroları tecrübeli hale gelmiş, yeni katılanlarıyla devlet içine iyice nüfuz etmeye çalışıyordu ki, nereye gitse karşısında Cemaat’i buluyordu. Cemaat artık taşeron olarak kullanılmak yerine pastadan daha nitelikli paylar peşindeydi. Çıkar çatışması büyürken Cemaat, devleti dönüştürme ülküsünden vazgeçmeyeceği mesajını İlker Başbuğ’u tutuklayarak verdi. Oslo’yla başlayan Fidan krizi, Gezi’de Erdoğan’ın Cemaat’e karşı yaşadığı aldatılmışlık hissi iki kesim arasındaki kavganın kızışmasının su yüzüne çıkan nedenleriydi. 17 Aralık sürecinde ise AKP ve Cemaat ortaklığını onarılamaz yaralar aldı. Cemaat bir anda gücünü ve etkinliğini yitirirken seslerini duyurdukları tek mecra olan gazeteleri de şimdilerde kendilerine yapılacak operasyonu beklemeye koyuldular.

Türkiye, tarihinde eşi benzeri olmayan olaylara sahne olurken Erdoğan, AKP’yi en az on yıl daha iktidarda tutmayı planlayan bir yapı dizayn ediyor. Yeni Türkiye’de, kendini fiilen devlet başkanı ilan ederken sadece Cemaat’in kendisine zarar verecek unsurlarını değil tüm muhalifleri sindirmeyi amaçlıyor. Çevresi için olmasa da Erdoğan için güç ve lüks sıradanlaştı. Şimdi Erdoğan için Milli Görüş ideallerine geri dönmenin, geçmişte kurulan hayalleri gerçekleştirmenin tam sırası, tekamülü Milli İrade. Bu yüzden Yeni Türkiye eski bir düşün yürürlüğe sokulması demek, siyasal İslam tehlikesi demek. Şimdiye dek yaşananlar bu dönüşümün sadece başlangıcıydı.