Neoliberalizm, küresel zenginlerin geri kalan herkesle mücadele ettikleri bir sınıf savaşıdır. Amacı, emekçilerin kazanımları ortadan kaldırmak, sömürü ve kâr oranını yükseltmek, zenginliği emekten alıp sermayeye verecek şekilde yeniden bölüştürmektir.

İmkânsız düşler ve bildiğimiz dünyanın sonu

İlda Alçay Sepetoğlu

Geçtiğimiz hafta, elektrik zamlarını protesto etmek için faturasını ödemeyen ve bu yüzden elektriği kesilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun yaptığı açıklamalar dikkat çekiciydi. Kılıçdaroğlu, “Dünyanın en zengin 26 insanın serveti, dünya nüfusunun yarısına eşit. Zenginler daha zengin, yoksullar daha yoksul hale getirildi. Bu zenginler servetlerinin yüzde 1›ini paylaşsalar, okula gidemeyen bütün çocukların eğitim masrafları karşılanır. Zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bu sistem artık miadını doldurdu. Neoliberalizm artık can çekişiyor. Sıradan insanların öfkesine yenilmek üzeredir. İmkânsız görünen düşüncelerin zamanı gelmiştir. İşte ben bu açgözlü politikacıların yarattığı karanlığa karşı ayaktayım. Bu eylemim sivil itaatsizlik çağrısı değil bir direniştir. Bu sizin hakkınızı arama mücadelemdir” dedi.


Pek çok bakımdan şaşırtıcı ve tartışılmaya değer tespitler, ifadeler ve taahhütler barındırıyor. Öncelikle şunu tespit edelim, açıklama, özü itibariyle emekten yana, halkçı, demokrat… Özcesi açıkça soldan yana bir söylem. Bu bakımdan hayli önemli. Ne var ki yanıtlanması gereken kimi soruları da beraberinde getiriyor.

Kılıçdaroğlu uzun zamandır muhalefet stratejisini “sandık-demokrasi” ikiliği üzerine kuruyor. Sandık hedefi dışında yükselebilecek her türlü siyaset biçimini, protesto eylemini, hak mücadelesini ise ötekileştiriyor. Aslında çok açık biçimde sokağı “öcü” ilan ederken, örmeye çalıştığı muhalefet tarzını, sandık bağlamlı bir “kontrollü itiraza” dönüştürmeye çalışıyor. Şüphesiz bunu kendi siyasal-sınıfsal pozisyonuna denk düşen bir noktadan yapıyor ve bilhassa “AKP sonrasında nasıl bir Türkiye?” olacağı sorusu bağlamında kurduğu ve/veya aradığı ittifaklar burada belirleyici oluyor. Esas mesele de zaten tam bu noktada başlıyor.

Daha önce de tartıştığım üzere, Türkiye’de “sandık-demokrasi” ikiliği ekseninde kurulan siyaset tarzı kaçınılmaz olarak politika alanını sağcılaştırıyor. Bunun en bariz örneğini Macaristan’da Orban zaferinde gördük. Sol liberallerce, otokratik bir liderin seçimle yenileceği beklentisi, Türkiye’deki süreçle benzerlikler kurularak günlerce tartışıldı. Ancak, Orban’a karşı kurulan 6’lı ittifak halkın acil taleplerine yanıt üretecek siyasal bir program yaratmadan, yalnızca “ben ondan daha muhafazakârım”, “ben ondan daha adilim/iyiyim”, yarışıyla “seçmenin gönlünü kazanmaya” çalıştı ve nitekim günün sonunda büyük bir hezimete uğradı. Orban, yeniden kazandı.

Buradan Türkiye’nin çok yakın geleceği için çıkan en önemli sonuç, sağcılığı sağcılıkla yenmeye çalışmanın, neoliberalizmin içerisine yoksulluğa, sefalete, işsizliğe, her türlü güvencesizliğe hapsolmuş insanların gözünde hiçbir karşılığının olmadığıdır. Boş bir demokrasi, adalet, refah ve eşitlik vaadi insanlarda artık bir umut dalgası yaratmıyor. Dahası, toplumdaki çaresizlik ve öfke henüz siyasallaşmasa da farklı biçimlerde katlanarak büyüyor. İrili ufaklı boy veren direniş dalgaları, grevler, öğrenci eylemleri, barınamıyoruz hareketi, geçinemiyoruz sesleri, iktidarından muhalefetine dek, ne kadar görmezden gelmeye çalışsalar da sınıf siyasetini dayatıyor.

O halde Kılıçdaroğlu’nun sözleri bu tablo içerisinde nereye denk düşüyor? Cevaba sorularından ulaşalım: Ne demişti açıklamasında? “Bu benim direnişimdir. Bu sizin hakkınızı arama mücadelemdir.” Yani, ezilenler için ama ezilenler adına bir mücadele (!) Çok açık biçimde bu tutum, toplumdaki öfkeyi soğurmaya, olası bir eylemli sınıf siyasetinin, fiili-meşru sokak eylemlerinin, yani düzen açısından hizayı bozabilecek her türlü siyaset biçiminin önüne geçerek, kendi potasında eritme çabasına işaret ediyor.

Yine de biraz daha iyimser bir yaklaşımla, Kılıçdaroğlu’nun yeni sözlerinin, yalnızca güçlendirilmiş parlamenter sisteme geçişin ve yeni ekonomik programların “AKP sonrasını” dizayn etmeye yetmeyeceğini, birtakım kökten ve yeni adımların şart olduğunu fark etmiş olduğunun işaretleri olarak da yorumlayabiliriz. Fakat bu durumda, “helalleşmenin” politikasından çok, “hesaplaşmanın” kurucu iradesini açığa çıkarması gerekiyor. Hangisini seçtiğini zamanla göreceğiz.

“Bildiğimiz dünyanın sonu”

Konuşmadaki bir diğer önemli nokta da artık neoliberalizmin sonunun geldiği konusudur. Katılıyorum. Neoliberalizm, küresel zenginlerin geri kalan herkesle mücadele ettikleri bir sınıf savaşıdır. Amacı, emekçilerin kazanımları ortadan kaldırmak, sömürü ve kâr oranını yükseltmek, zenginliği emekten alıp sermayeye verecek şekilde yeniden bölüştürmektir. Ve evet, -Kılıçdaroğlu ile aynı şeyi anlamasak da- “imkânsız gibi görünen fikirlerin” zamanı çoktan gelmiştir. Kılıçdaroğlu bunu ne kadar yerine getirebilir, tartışmalıdır ama sosyalistler için yol haritası bellidir.

Öncelikle toplumsal, siyasal, ekonomik açıdan bütünlüklü politikalar önerilmelidir. Sloganlaşmış ancak zorunluluğu kendini dayatmış olan iddialardan vazgeçilmemeli, adım adım eylemli siyasetin içerisinde inşa edilmelidir: Laik, kamucu, emekten yana, bir gelecek elbette mümkündür. Bu bağlamda kamucu politikalar emekçi sınıfın can simididir. Neoliberalizmin özelleştirmelerle yarattığı tahribatı emekçiler bugün işsizlik ve güvencesizlik olarak deneyimliyorlar. İş güvencesizliği, sendikal hakların gaspı, sosyal adaletsizlik… Eğitimin, sağlığın, barınmanın, sosyal güvenliğin hepsinin piyasaya devredilmesiyle tümüyle piyasa şiddetine terk edilmiş yaşamlar var artık.

Bu bir noktada sınırları belirsizleşen, kaybolmaya yüz tutan bir yurttaşlık meselesi anlamına da geliyor. İslamcı neoliberalizmin parçaladığı -etnik köken, din, dil, kültürel kimlik vb. üzerinden ötekileştirerek kategorileştirdiği- toplumsallığı, emekçilerin hakları üzerinden yeniden örgütleyen; AKP’nin gerici-dinsel pratiklerle iktidarın ümmet haline dönüştürdüğü yurttaşlık bilincini -sadece seçim dönemleri oy veren bir toplam olarak değil- insanların her düzeyde yönetime doğrudan katılabildiği bir zeminde yeniden inşa etmek gerekiyor.

Bu da “amasız, fakatsız” laiklik mücadelesiyle mümkündür. Laiklik, bir özgür yurttaşlık meselesidir. Siyasal ve toplumsal hayattaki dinsel kuşatmalara karşı var olma konusu, kendi kaderlerini belirleme mücadelesidir. Sermaye ve emeğin uzlaşmaz çelişkisinin gerici bir örtü altında gizlenmesine itiraz etmektir. Emeği sermaye karşısında sessiz ve eylemsiz bırakan gericiliğe karşı çıkmaktır. Dolayısıyla gericiliğe karşı barikat kurmak demektir.

O halde tekrar başa dönelim… Evet, bildiğimiz dünyanın sonu geldi. Artık imkânsız gibi görünen, hayal sayılan fikirler tarihsel bir zorunluluk olarak kendini dayatıyor. Bugün çağın çağrısına kulak vererek, yaşamı tepeden tırnağa yeniden örgütleme zamanıdır…

Tarihe not: Yazının yayınlandığı tarih, memleketin tüm meydanlarında, emekçilerin sesinin yankılandığı 1 Mayıs olacak. Çağın çağrısını “Devrim” diye duyanlara, mücadele edenlere, direnenlere selam olsun. Güzel günler uzak değil…