En son 42 yıl önce babama mektup yazmışım. İnadına umuda, iyiye, güzele, hayallerimize sarılmak zorundayız. Ve biliyorum ki insanın olduğu her yerde her zaman umut vardır.

İnadına güzele sarılmalıyız
Çizen: Murat Başol

Bekir AĞIRDIR - Araştırmacı ve Yazar

Sevgili dostlar merhaba.

Çok, çok uzun bir zaman sonra sizlere mektup yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Ne yazayım, dışarıdan haberleri mi vereyim, Türkiye’den mi bahsedeyim dünyadan mı derken aklıma düştü. En son 42 yıl önce babama mektup yazmışım.

Malum artık mektup yazılmıyor. Bizim zamanımızda lise birinci sınıfta Türkçe imla ve yazım dersleri vardı, mektup ve dilekçe yazmak bile derse konuydu. Şimdilerde artık mail var, sosyal medya yazışmaları var.  Herhalde mektup derslerde de işlenmiyordur.

Kaldı ki yeni kuşaklar postaneyi de bilmiyorlar ve muhtemelen pulu da. Onlar öyle uzun, uzun bir şey yazmıyorlar. Zamanları yok, gündelik hayatın ritmi de çok hızlı zaten. Hatta telefonlarında ve sosyal medyada yazışırlarken sesli harfleri de kullanmıyorlar, teşekkür yerine tşk yazıyorlar örneğin.

Demem o ki olan biteni yalnızca siyasetten ve siyasi aktörlerden açıklamak yetmiyor. Teknolojik sıçrama gündelik hayat pratiklerini, zihin haritalarımızı da değiştirdi, ilişki biçimlerini de. Artık komşu yok örneğin, sosyal medyada takip edilenler, televizyon ekranlarındaki yarışmacılar yeni komşular oldular. Arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık da biçim değiştirdi, belki de azalıyor bile. Yüz yüze temas olmadan, sarılıp kucaklaşmadan, muhabbet etmeden olmuyor halbuki.

Temas yerine hayalleri, umutları, ütopyaları paylaşıyor olmak, paylaştığını bilmek yeterli oluyor galiba. Örneğin ben sizlerle bir sofrada buluşup, yemeği paylaşmadım, sohbet etmedim hiç. Hatta el sıkışıp birbirimizin omzuna da dokunmadık.

Ama biliyorum ki hayat ve bu memleket için hayallerimiz, umutlarımız ortak. Yine, biliyorum ki Gezi’de ve bilumum başkaca insan hakları protestolarında kalabalıkların içinde yan yanaydık, beraber şarkılar söyledik.

Bu memleketin geleceği için burnu sızlayan insanlardık hep beraber. Umutlarımız vardı, gayretlerimiz vardı. Ne yazık ki bugün öyle bir hale geldi ki memleket ahalisinin psikolojisi, iyimser olmak, umutlu yazıp konuşmak bile suçlanma nedeni oluyor bazen. Galiba umut yorgunuyuz hepimiz.

∗∗

Ben bu duruma daha çok ikircikli umutlanma ya da tedirgin umutlanma diyorum. Yüreğimiz, gönül gözümüz umuda dönük. Beynimiz, olan bitenleri açıklamaya dair bilgilerimiz ise karamsarlığa itiyor hepimizi. Aklımızla, duygularımız arasında sıkışıyoruz çoğunlukla. Memleket ahalisi de öyle.

Yine de bizlerin kuşağı adanma kültüründen geliyor. Bir aşka, bir davaya, bir ideale, bir ütopyaya, bir umuda adanmak. Adanmak umutlarına inanmayı, umutların için gayret göstermeyi ve hayallerine sadakati gerektiriyor. Şimdilerde adanmak ve sadakat çok görülür şeyler değil artık. Gençler adanmak yerine haz, keyif öncelikli yaşıyorlar. Bizim kuşakların bir kısmı ve gençlerin büyük kısmı görünür olmayı ya da çıkarı, yararı önemsiyorlar örneğin. Gerekçe de hızlı yaşamak, pragmatik düşünmek, tık almak, like almak falan gibi şeyler oluyor.

Laf dağıldı, size mektup yazmak için bilgisayar başına oturunca, düşündüm ne yazayım diye. Sizlere ne kadar kahraman olduğunuzu mu söyleyeyim, sabır mı dileyeyim, bilemedim. Hangisi makbuldür sizler için, hangi sözler bir an için gülümsetir sizi ya da umutlandırır bilemedim. Bari içimi dökeyim dedim, dertleşeyim, söyleşeyim sizlerle.

Hani bir şarkı var ya, “derdimi ummana döksem” diye başlar. Bestekar Şerif İçli’nin şarkısıdır, derdini anlatmak isteyip de bir türlü anlatamayanların duygusallıktaki çaresizliğini anlatır. Biraz da bu çaresizliği şikâyet eder, itiraz eder bir bakıma. İşte öyle bir ruh hali. Yaşadıklarımıza ve hele size sistemin, iktidarın reva gördüklerine tanık olunca insan iyi olmaktan, hatta gülmekten utanır oluyor kendinden.

“Davacının şaşkını derdini mübaşire anlatırmış” diye bir söz var ya, ben de içerdeki sizlere dert yanıyorum. Deseniz ki “kardeşim sizler dışarda hiçbir şey başaramazken bizler içeriden ne yapabiliriz”, haklısınız. Ama bilin ki hala serinkanlı duruşunuz, umutlarınızdan vazgeçemeyen sözleriniz, sisteme boyun eğmeyen duruşma salonlarındaki tavrınızla örnek oluyorsunuz herkese.

∗∗

Yine de insanı sessizlik hele kitlesel sessizlik ürkütüyor. Biliyor musunuz, sizin başınıza geleni, uğradığınız kadrin ne olduğunu anlamadıkları için değil sessizlikleri aslında.  Devletten yıldıkları için. Yine de vicdanı olan herkes ne için suçlandığınızı, cezalandırıldığınızı biliyor. Toplumsal bellek adaletsizliği kaydediyor. Öte yandan toplumun balık hafızalı olduğuna dair bizim akvaryumda bir söz var ya, bence yanlış. Toplum balık hafızalı falan değil. Herkes 6-7 Eylül’ü, Madımak’ı, Hrant Dink’in katlini ve siyasi cinayetleri, Gezi’de ne olduğunu ne olmadığını biliyor. Ama hatırladığında, meseleyi önüne koyduğunda ne yapacağını bilemiyor, nasıl yapacağını da bilemiyor, o zaman da unutmuş gibi yapıyor sanki.   

Sizleri örgüt kurmakla suçladılar. Örgüt kelimesinin bu denli kirletildiği bir ülke yok muhtemelen. Öyle bir yere geldik ki “örgüt” kelimesi bile kendi başına suç anlamına geliyor memleket ahalisinin gözünde. Yıllardır bu topraklarda her bir hak mücadelesi kırıldı egemenler tarafından. Şaki, eşkıya, bozguncu, bölücü, terörist diye, diye kıydılar her hak mücadelesine. O hale geldik ki hiçbir anne baba işe giren evladına sendikaya üye ol demiyor, üniversiteye giden çocuğuna derneklerde, öğrenci kulüplerinde aktif olmasını önermiyor. Biliyor ki sendikaya üye olan evladı işsiz kalabilir, dernekte aktif olan öğrenci okuldan atılabilir. Aslında egemenlerin de istediği buydu, makbul vatandaş olmanın yolu uslu olmaktan geçiyor. Ahali de bu fikri kıyıla, kıyıla içselleştirdi gibi.

Aslında toplumsal rıza için yapılıyor her şey. Devletin ve iktidar sahiplerinin, keyfiliğe, kuralsızlığına alışalım isteniyor.

Bütün bu siyasi ve toplumsal meseleleri, hataları siyaset marifetiyle çözebiliriz, aşabiliriz. Mecburuz da böyle birbiriyle sürekli gerilim içinde bir toplumsal hayat sürdürülemez. Biz duygusu parçalandı, ortak yaşama irademiz zayıfladı. Rüyalarımız da hayallerimiz de ayrıştı. Hatta ortak yas bile tutamıyoruz örneğin depremdeki can kayıplarımıza.

Bizim siyasi zeminimiz, aktörlerimiz, kültür ve alışkanlıklarımız sorunlu, sizlerin de bildiği gibi. Münakaşa ve münazara siyaset sanılıyor. Siyaset “bir şey yapabilmek” için değil “bir şey olabilmek” için yapılıyor. Sizleri yalnızca iktidar partileri anlamadı değil, muhalefettekiler de anlamadı. Bizim siyasi partilerin hayatla, bilimle ilişkileri kalmadı, beslenme damarları kapandı adeta. Gündelik hayatın dert ve ihtiyaçlarını dinlemiyor, öğrenmiyorlar. Bilimden beslenmiyorlar. İddiaları ve hayalleri ise uzun süredir yok artık.

∗∗

Aslında siyaset krizde, yalnız bizde değil dünyada da. Yerkürenin ritmi değişti, bildiğimiz üretim ve tüketim modelleri yerküreye daha da hoyrat davranmaya devam ediyor. Teknolojik sıçrama bildiğimiz tüm ritm, zihin haritası, iş-ilişki-siyaset biçimlerini değiştiriyor. İnsanlar ve toplumlar müthiş bir hareket ve gerilim içindeler. Kuraklıktan, açlıktan, baskıdan, yerel savaşlardan kaçabilmek, hayatta kalabilmek için hareket ediyorlar.

Dünya ekonomik, siyasi tüm sistemleriyle krizde. Sanayi çağı ve sanayi toplumunun tüm kurum ve kuralları tıkandı. Siyaset biçimleri, modelleri, aktörleri de bugüne yetmiyor.

Yeni bir çağa, yeni bir ütopyaya ihtiyaç var. Ne yazık ki geleceğin hikayesi yok.

Felaket, kıyamet anlatıları, romanları, filmleri, dizileri pek revaçta. Yeni bir söze, sese, yüzlere ihtiyacı var dünyanın da Türkiye’nin de. Gelecek hikayesini arıyor. Gelecek yeni sözü bekliyor.

Gezi kendi çapında büyük ama bu büyük sarmal krizler yumağı için küçük bir denemeydi belki. Aslında tam da bunu anladıkları için, bilemedikleri, çözemedikleri, baş edemeyecekleri bir şeyle karşı karşıya olduklarını bildikleri için sizleri cezalandırıyorlar. Var olan muhalefetin “sistemin muhalefeti” olduğunu bildikleri, onu alt etmenin, kontrol etmenin yollarını bildikleri için yeni bir “sisteme muhalif” hareket istemedikleri için sizlere öfkeliler.

Dünya da Türkiye de yeni bir siyaseti arıyor. Toplumlar, insanlar baş edemedikleri krizler içinde kaygıya, korkuya teslim olmuş durumdalar. Korkuyu iyi bilen, korkutmayı siyaset tarzı edinmiş popülist, otoriter iktidarlar, liderler birçok ülkede iktidardalar. Birbirlerinden öğreniyorlar, modelleri, yöntemleri kopyalıyorlar. O kadar ki geçen hafta Economist’ta çıkan bir haber analizin başlığı “Dünyadaki milliyetçiler birleşin” idi ve farklı ülkelerdeki hareketlerin küresel bir cephe, ortak politika ve uygulamalar geliştirdiklerini konu alıyordu. 

∗∗

Küresel ölçekte örgütlü kötülükle karşı karşıyayız sanki. Öte yandan Gazze’deki soy kırıma karşı tüm dünyadaki protestolar, hemen her ülkedeki kadın ve yeşil hareketlerin güçlenmesi, tüm saçma sapan suçlamalara karşın her ülkede gelişen sivil toplum ve insan hakları hareketleri umut veriyor. Dağlardaki çoban ateşleri diyorum ben. Bugün küçük ve dağınık görünen, uzaklarda olduğu varsayılan küçük ateşler yeni bir hikayenin büyük harını oluşturacaklar yakın gelecekte, eminim.

Örgütlü kötülüğün karşısına örgütlü iyilik çıkacak bir gün. Belirsizlik ve karmaşıklık esaslı bir hayatın içindeyiz artık. Böyle bir ritm içindeki her yurttaşın, her aktörün, her adımın, hayatın her alanının denetlendiği otoriter yöntemlerle yönetilemeyeceğini kısa zamanda deneyimleyecek dünya da Türkiye de.

İyiliğin, şefkatin, merhametin, adaletin, özgürlüğün yeni şarkıları dolduracak meydanları.

Bir büyüğüm var, sabahları whatsap üzerinden günlük duygularını, fikirlerini yazıyor bana. Dün sabah Nazım Hikmet’in hepimizin çok iyi bildiği destanını hatırlattı.

“Hep bir ağızdan türkü söyletip hep beraber, sulardan çekmek ağı / demiri oya gibi işleyip hep beraber, hep beraber sürebilmek toprağı / ballı incirleri hep beraber yiyebilmek / yârin yanağından gayri her şeyde, her yerde, hep beraber! / Diyebilmek için, on binler verdi sekiz binini… / Yenildiler”…

Nazım Hikmet “yenildiler” diyordu. Doğruydu. Ondan sonra da yenik düştü benzer şeyler düşünenler diyordu o büyüğüm. O da umut yorgunlarındandı.

“Yenenler, yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde sildiler kılıçlarının kanını. / Ve hep beraber söylenen bir türkü gibi / hep beraber kardeş elleriyle işlenen toprak / Edirne sarayında damızlanmış atların eşildi nallarıyla” diye sürüyordu o destansı şiir.

Mesaj şöyle sürüyordu, “ama yenilgiler, sadece kılıçlarının kanını yenilenlerin dikişsiz, ak gömleğinde silenler ile açıklanabilir mi? Bundan emin değilim. Yoksa, hüsranların temeli, hep olduğu gibi beyhude bir beklenti mi?”

Ben ne sizin çektiklerinizin ne de beklentilerimizin beyhude olduğu fikrinde değilim. Birçok şeye kızabiliriz, karşımızdakilere, yakınımızdakilere, ahaliye yaptıkları ya da yapmadıkları için. Memlekete, dünyaya, hayata, kadere başımıza gelenler için öfkelenebiliriz de.

Yine de bildiğim bir şey var, hayata küsemeyiz. Memlekete de küsemeyiz.

İnadına umuda, iyiye, güzele, hayallerimize sarılmak zorundayız. Sizlerden gelen her haber inadına hayallere, inadına memlekete sahip çıkmaya dair bence.

Didem Madak’ın mısrasıyla, “sığındığımız gönül memleketimizdir.” ve biliyorum ki insanın olduğu her yerde her zaman umut vardır.

Uzattım, mektubumu bitirirken, bulunduğunuz koşullarda ne kadar mümkün bilemesem de afiyet ve sağlık diler, gözlerinizden öper, selam ederim.