Genç kız şimdi Türkiye’nın adını bile duymak istemiyor. “Yaşadıklarım aylardır rüyalarıma giriyor” diyor Anna

Sevgili Hakan,

Geçen hafta söze fuhuş konusundan başlamış, daha sonra dünyada ve Türkiye’de insan ticaretinin hangi aşamalara ulaştığıyla ilgili olarak çeşitli uluslararası ve ulusal organizasyonların açıklamalarını ve yayımladığı verileri paylaşmıştım.

Bu hafta tek bir veri ve sayı bile yazmayacağım.

Tek cümleyle özetlemek gerekirse, insan ticaretiyle ilgili durumun korkunç olduğunu söyleyebilirim.

Başta para kazanma hırsı olmak üzere çıkar kavgaları, acımasızlık, bilinçsizlik, kadını aşağılayan anlayış ve gelenekler, karanlık organizasyonlar, suç unsurlarıyla resmî görevlilerin işbirliği ve bu rezaletin dışında kalanların kendilerini ‘böyle tatsız sorunlardan uzak tutma isteği’ne dayanan kaygısızlığı, kısacası her şey böyle büyük bir felaketin sürekli olmasını, hatta giderek büyümesini sağlıyor.

Sonuçta hepimizin sorumlusu olduğumuz bir trajedi sürekli olarak hemen yanı başımızda yaşanıyor. Her geçen gün yeni kadınlar ve çocuklar birer mal gibi pazara sürülüyor ve kirli alıcılarını bekliyor.

*      *      *

Rus basınında yer alan bir mektubu aktarmak istiyorum. Rusya Federasyonu’nun yoksul ve küçük bir cumhuriyeti olan Mordoviya’dan genç ve kederli bir kadın olan Anna’nın yazdığı mektubu:

“Bana Türkiye’de güzel bir hayat vaat ettiler. Kirli ve çileli olmayan bir iş, insanca yaşamaya fazlasıyla yetecek kadar para… Hatta ömür boyu birlikte yaşayabileceğim dürüst ve sorumlu bir delikanlı ile tanışma fırsatı…

Mordovya’da hayatımız öylesine yoksul ve sıkıntılı ki. Erkeklerimiz iyice küçüldüler. Kadınları korumasını, onlara saygı göstermesini beceremiyorlar. Varsa yoksa içki, yemek, eğlence…

Her gün sabahın köründe işe git, akşam yorgun argın dön... Ancak yemene ve içmene, yani ertesi gün üretim sürecine devam edebilmene yetecek bir ücret al... Giysi ve öteki ihtiyaçları için ek iş bul… Aşağılanmalara göz yum…

Kendine ve yakınlarına ayıracak zamanın olmasın... Hep böyle bir çark içinde yıllarını harca ve giderek her apartmanda birkaç tane bulunan mutsuz ninelere benze…

Eğlence olarak her hafta sonu semt diskoteğine git ve hep aynı yüzleri gör… Birkaç kız arkadaşınla dedikodu yap ve sarhoş erkeklerin aynı teklifleriyle karşılaş…

Hayat mı bu?

Şöyle düşündüm: Ne kaybederim? Yani bilinmezliğe doğru adım atıp bana vaat edilen ‘cennet’e gitmekle ne kaybederim? Olursa olur, ben de mutlu olurum. Olmazsa da bir çaresini bulurum. En azından geri döner bu sıkıcı hayatıma kaldığım yerden devam ederim.”

*      *      *

Anna’nın mektubunda yer yer kesintiye uğrayan bölümler var. Belli ki zor günler, belki zor yıllar yaşamış…

Bu bölümleri de onunla söyleşen gazeteci tamamlamaya çalışmış. Şöyle diyor:

“Anna Türkiye’de başına gelenleri hatırlamak, olan bitenler hakkında konuşmak ve yazmak istemiyor. Bu tür sorularla karşılaşınca bile başını öne eğip ağlıyor. Bu anlarda onun ne kadar küçük ve narin olduğu, kadından çok çocuğa benzediği ortaya çıkıyor.

Kısaca aktarmak gerekirse, kendisine Türkiye’de cennet vaat edenler çeşitli gerekçelerle onun birikmiş parasını aldıktan sonra Türkiye’ye yolcu etmişler. Orada kendisini karşılayan genç öylesine yakışıklı ve kibarmış ki, Anna neredeyse ilk anda ona aşık olmuş.

Sahte prens, kıza ‘zorunlu işlemler için gerekiyor’ diyerek pasaportunu elinden almış. Ardından Rusya, Ukrayna ve Moldova’dan gelen kendisi gibi genç kızların yaşadığı bir eve yerleştirmiş. Sonrası malum…

Anna yediği şiddetli bir dayaktan sonra bir ara fırsatını bulmuş ve kendisini Mordovya’dan Türkiye’ye yollayanlardan birine telefon etmiş. Aldığı cevap ‘Sen artık yetişkin bir kızsın; başının çaresine bak; biz sadece insanları göndermekle ilgiliyiz, karşılayan tarafın işine karışamayız’ olmuş.” 

Aslında –güzel yüzünde kalan bir yara izine karşın- Anna’nın nispeten şanslı olduğunu söylemek bile mümkün. Çünkü o zor da olsa kendini kurtarmış. Geri dönebilmiş. Ama bir şey öğrenmiş: “İnsanın en zor zamanlarında bile mutlaka kaybedecek bir şeyleri olduğunu”…

Şimdi Türkiye’nin adını bile duymak istemiyor. Antalya’ya tatile bile gitmeyecek ömrünün sonuna kadar.

“Gördüklerim ve yaşadıklarım aylardır rüyalarıma giriyor” diyor Anna, “dayaklar, ırza geçmeler, defalarca satılmalar, yanımdaki kızların karşılaştığı trajediler, kurtulmak için camdan atlayıp ölenler, gazetelere haber bile olmayan zavallı genç kızlar… Ve bazen bir mucizeyi gerçekleştirerek kızlarının izini sürmeyi başaran bazı babaların yabancı bir memlekette evlatlarını ararken yaşadığı çaresizlikler…”

*      *      *

Bu aktardığım, insan ticareti ve fuhuş kurbanlarıyla ilgili olarak Rus basınında çıkan binlerce haber, yazı ve söyleşi arasından sadece birisi.

Örneğin, dört ay öncesinin gazeteleri, Belarus’tan İstanbul’a getirilen 18 bakire kızın Kumburgaz’da bir diskotekte 20’şer bin dolara satıldığını bildiriyor.

Bir başkasında, kandırılan kızların fuhuş yapmayı reddetmesi halinde onlara karşı kullanılan şiddetin dozunun aşırı olduğuna, ayrıca anal ve prezervatifsiz ilişkilere zorlama gibi şeylere Türkiye’de sıkça rastlandığına dikkat çekiliyor.

Rusya’nın en yüksek tirajlı gazetelerinden Komsomolskaya Pravda’da, Yaroslava Tankova adlı kadın gazeteci, ‘manken ajansları’ konusunda uzun araştırmalar yayımladı. Aynı zamanda ‘Bir Arap ile Evlenmek ve Öteki Doğu Masalları’ adlı kitabın yazarı olan Tankova, Türkiye’yi “dünya insan ticaretinin ve seks köleliğinin merkezi” olarak niteliyor.

İnsan ticaretine kurban olan Rus kızlarının başına gelen en korkunç şeylerin Türkiye’de gerçekleştiğini savunan gazeteci, hem yurtdışındaki çetelerle hem de devlet görevlileriyle kolaylıkla ilişki kurabilen Türk insan tüccarlarının, yasadışı olarak ülkede bulunan yabancı kadınların savunmasızlığından kolayca yararlanan şemalar yarattığını yazıyor.

Genellikle turistik vizeyle üç yıldızlı otele yerleştirilen kadınların sözüm ona model, dansöz, çocuk bakıcısı, hizmetçi ve başka işlere alındığını, fuhuşa zorlandığını, direnişlerinin kısa sürede çeşitli kurnazlıklarla ve çoğunlukla da şiddetle, tehditle bastırıldığını, bazen kadınların 2–3 bin avro karşılığında köle gibi satıldığını, bütün bu işleri çok sayıda insanın bilmesine karşın kimsenin karşı çıkmadığını anlatıyor.

Seks kurbanlarının çoğu, içine düştükleri bataklıktan sağ ve sağlıklı çıkamıyor. Kaçabilenler maruz kaldıkları olayların etkisiyle hayatları boyunca psikolojik travmalar yaşıyor.

*      *      *

Birleşmiş Milletler’e bağlı olarak 1951’de kurulan Uluslararası Göç Örgütü (IOM) bu insanlara yardım etmek için birçok ülkenin yanı sıra Türkiye’de de temsilcilik açmış durumda. Örgütün Türkiye temsilcisi, bu tür olayların genellikle bildirilmeyip örtbas edildiğini vurguluyor. Bir şey daha ekliyor: “Türk erkeklerinin cinsel konulara bakışı Avrupalılardan çok farklı. Bazen sadece kadının kendilerine ret cevabı vermesi bile onları öngörülmez tavırlara sürükleyebiliyor.”

Bilinen 155 polis ve 156 jandarma telefonlarının dışında bu konularda özel olarak kurulan 157 yardım hattının da hizmette olduğunun altını çizelim.

Cezaların caydırıcılığı konusu da önemli tabii. Örneğin, insan ticaretiyle ilgili olarak Rusya’nın 2003 sonunda Ceza Yasası’na eklediği maddelerle (127’ye 1 ve 2) 15 yıla varan hapis cezaları verilmesi ihtimali var.

Türkiye’de de 2005 yılında yürürlüğe giren Türk Ceza Kanunu’nun 80. maddesinde insan ticaretine ağır yaptırımlar (8 yıldan 12 yıla kadar hapis ve 10 bin güne kadar adli para cezası) getirilmiş durumda.

Ancak gelirin olağanüstü büyüklüğü ve güvenlik güçleri içinden işbirliği yapan unsurların bulunması, bu tür suçların azalmamasının nedenleri arasında.

Elbette, sorunun ekonominin yapısal özellikleriyle bağlı yanını da göz ardı etmemek gerek. Örneğin, Türkiye ve Rusya’daki büyük işsizlik oranları; örneğin, Türkiye’de ekonominin yüzde 46’sının ‘kayıt dışı’ olması gibi…

Her ne dersek diyelim ve yazarsak yazalım, insan ticareti ve seks köleliği ile mücadelede az geliyor.

Bu insanlığın en utanılası sorununda, herhalde ancak çok geniş kapsamlı bir kampanya ile kalıcı başarılar elde edilebilir.

Bunun için de hükümetlerin ve halkların bu sorunu gerçekten gündemine alacak kadar önemsemesi gerek.

Bugün için soruna bu önemin verilmediğini söylemek bile gereksiz galiba.

İyi günler dileklerimle.

Nataşa