Mahir Ünsal Eriş, "Dil imgeleri ve sebep olduğu duygularla, düşünceleri uyandırmak için karşıya gönderdiğimiz sinyallerden başka bir şey değil. Bu sinyaller zamanla daha da basitleşecek" dedi.

İnsanın kendini ifade etme İhtiyacı evrenseldir

Doğuş Sarpkaya 

Türkiye’de edebiyat emekçisi denilebilecek kişilerin başında geliyor Mahir Ünsal Eriş. Yazıları, öyküleri, romanları, çevirilerinin yanı sıra atölye çalışmaları ve podcast yayıncılığı da yürütüyor, imzalara, söyleşilere katılıyor. Tüm bunların yanında geçtiğimiz günlerde ilk kurmaca dışı kitabı Babil Kulesi Kitabı yayımlandı. Uzun zamandır tutkunu olduğu dilin kökenleri konusunda kendi deyişiyle “amatör bir heyecanla” kaleme aldığı kitabı, Türkçede büyük bir boşluğu dolduracakmış gibi duruyor. Eriş, aynı zamanda dil konusunda hevesli kişilerle canlı bir diyalog yürütüyor, sözcüklerin kökenlerine yeni bir gözle bakılmasını sağlıyor. Mahir Ünsal Eriş ile Babil Kulesi Kitabı ve dilin büyüsü hakkında konuştuk.  

Kelimelerin peşinden iştahla koşan bir dedektif gibisin. Agos yazılarını, farklı dillerde çevirmenlik deneyimini ve Geri Dönüyoruz Podcast’inde dil mevzularında bir anda coşuvermeni bir kenara bırakırsak, bu merak nasıl başladı?  

Bunun izini süremiyorum doğrusu. Hatırladığım en eski heves, kitapta da anlattım gerçi bunu, babamın gazeteden kupon biriktirerek aldığı 22 Dilde 22.000 Kelime adlı bir sözlükle başladı. Aynı kelimenin 22 farklı dilde gösterildiği çok eğlenceli bir sözlüktü. İlk orada bazı dillerin birbirine benzediğini ama bazılarının çok başka olduğunu. İz sürmek bana oradan yadigar sanırım. Yedi yaşındaydım. Gerçi dil konusunda hep şanslı oldum. Çok dilli ortamlarda büyüdüm, dil kursları, hocaları hep çabasız önüme düştü. Ben de peşinden çok gittim tabii. Daha on yaşına geldiğimde üç dili iyi kötü anlıyordum. Hatta belki dört. Dile ve kelimelerin kökenlerine merakım çok eskilere dayanır diyebilirim özetle.  

Dilin büyüsünün peşine düşmek yazarın temel görevlerinden biri.  Sen bunu biraz abartmaya karar verdin sanırım. 

Sevgide mübalağaya yatkınımdır.  

Dilin kökenlerine dair düşünmeye zorluyorsun okuyucuyu kitabında. Aynı zamanda dilin toplumsal, politik ve ekonomik yolculuğuna da odaklanıyorsun. Hem kelimelerin içinde iğneyle kuyu kazar gibi ilerlerken hem de evrensel olanla bu bağı kurmayı nasıl başardın?  

Çünkü diller yerel olsa da insanın kendini ifade etme ihtiyacı evrenseldir. Bu bizim türümüzün bir özelliği. Türümüze dönüp bakarken de doğa bilimlerini ve toplum bilimlerini görmezden gelemiyoruz. Basitçe bir kelimenin peşinden gitmeye niyet ettiğimizde bile kendimizi bir anda çok sayıda bilimin alanına konu mecralarda gezerken buluyoruz. Ben kendi merak ettiklerimin, beni heyecanlandıranların, fark ettiğimde şaşırdıklarımın peşinden gitmeye çalıştım. Ortaya bu çıktı. 

Kurmaca üzerine konuşurken yerleşmiş bazı kavramlar vardır: Dil tavrı belirleme, dil atmosferi yaratma ve artık klişe olduğu için ağza alınması yasaklanan dil duyarlılığı gibi. Fakat son zamanlarda bu konuda tartışmaktan kaçınıyor gibiyiz. Sence yazılı anlatımın temel yapıtaşına biraz haksızlık edilmiyor mu? Dil bilimcilerin akademik çalışmalarından bahsetmiyorum bu arada. Daha çok eleştiri dilden uzaklaştı mı diye soruyorum.  

Bilemiyorum, bunu belki de günümüz yazınsal anlatıcılığında hikâye ve kurgunun dilin hatırı sayılır biçimde önüne geçmiş olmasına bağlayabiliriz. Oysa bence anlatı -en az- dört bacaklı bir yapıdır. Bu üçlünün yanına karakter de eklenir. Ama dil bunların hiçbirinden daha önemsiz değildir. Bilakis, dil üslup demektir. Belki geçici bir durumdur. Edebiyat da hayat gibi durmadan değişiyor. 

Yazarlık yolculuğunla, dil tutkun arasında bir bağ olduğu kesin. Ama dile bu kadar takıntılı olmak kimi zaman elini kolunu da bağlayabilirdi. Bu noktada nasıl bir denge tutturuyorsun? 

Bunun dengesini Türkçeye duyduğum sevgi ve bağlılık sağlıyor sanırım. Okuyup yazabildiğim tüm diller bana Türkçeyi daha iyi anlamak yolunda yoldaşlık ettiler. Türkçeyi daha içten duydukça da onu kullanırken duyduğum özen arttı. Tabii, Ferhan Şensoy’un yazdığı gibi, “Yazmak öğrendikçe güçleşiyor,” dil de öyledir. On sene önce yazdığım şeylere baktıkça tüylerim diken diken oluyor. Nasıl bu kadar özensizlik etmiş olabilirim diye ürperiyorum. Tutkum sadece dile değil yani, içinde edebiyat üretmeye çalıştığım Türkçeye de.  

Dilin ötesinde bir iletişim biçimi var mı sence?  

Bence yok. İletişim niyetine girdiğimiz anda bir kodlar dizisine ihtiyaç duyarız. En primitifinden en kompleksine kadar tüm iletişim kodları birer dildir. Bizim türümüzün iletişim alanı dilsel kodlarla sınırlıdır. Sadece Almanca, İngilizce, Japoncayı kastetmiyorum. Uzaktaki birine el sallamaktan, “Park Yapılmaz!” tabelasına kadar hepsi dilsel kodlardır.  

Haklısın. Her gün yenisi üretilen dilsel kodlar ormanında yaşıyoruz. Günümüz insanının bu ormandaki yerini nasıl görüyorsun? 

Dil aslında belli imgeleri ve onların sebep olduğu duygularla düşünceleri uyandırmak için karşıya gönderdiğimiz sinyallerden başka bir şey değil. Ben zaman içerisinde bu sinyallerin daha da basitleşeceğini, daha hızlı ve çok aktarılabilir hale geleceğine inanıyorum. Tabii bu senaryoda sözlü dil biraz hantal kalıyor bunun için. Buna dayanarak belki çok yakın değil ama binlerce yıl sonrasına kalmayacak bir gelecekte insanın sözlü dili tamamen kaybedip yalnızca imgelerle anlaşacağına inanıyorum. Böyle dediğimde genelde, “Evet, emoji gönderiyoruz artık birbirimize,” diyorlar, kastettiğim daha komplike bir şey. Belki yeni kitapta bunu biraz daha açma şansım olur ama burada aslında daha karmaşık ve entegre bir imge transferini kastettiğimi söylemekle yetineyim. 

Türkçede senin kitabınla birlikte kesin okunmalı dediğin eser ya da eserler var mı? 

Sanırım Doğan Aksan’ın Her Yönüyle Dil adlı eserini önerebilirim. Boğaziçi Üniversitesi Yayınları’nın Türk Dili Ders Notlar kitabı da çok güzeldir. Türkçeyi anlamak için çok kullanışlı ve kolay izlenebilir bir kitaptır. Bir de tabii herkese iyi bir Türkçe sözlüğü tavsiye ederim. Etimolojik olması şart değil, iyi bir sözlük sizi zaten etimolojiye götürür.