İrticadan iktidara: Siyasal İslamcı rejimin yolunu kimler açtı?

Yusuf Tuna Koç 

28 Şubat’ın  27. yıl dönümüne, “şeriata hakaret” gözaltıları, Menzilci korgeneraller ve dinsel referanslı milli eğitim müfredatı ile gidiyoruz. Anayasadan laiklik maddesi kalkmasa dahi siyasal ve toplumsal hayatta “İslami hassasiyetler” giderek daha fazla belirginleşiyor.  

Biyoloji derslerine Adnan Oktar’ın savunduğu yaratılış teorisi giriyor, sosyal medyada şeriata hakaret etmek, sokakta şeriat bayrağına karşı çıkmak gözaltı-tutuklama sebebi sayılıyor. Bir tarikatın “bürokrasi sorumlusu” korgenerallerle fotoğraf veriyor. Menzil ve İskenderpaşa tarikatı, devlet kadrolarını birbirinden kapıyor.  

Seçimlerden sonra yeni bir ivme kazanarak güçlenen İslami dönüşüme yalnızca son birkaç aya dair bile onlarca daha örnek verebiliriz. Peki Türkiye bugüne nasıl geldi? 1990’lı yıllarda sözde “sakıncalı” olan İslamcılık, nasıl 2002’den bugüne kesintisiz şekilde iktidarda kalarak yaşadığımız rejimi inşa etti? Hangi güçler, müttefikler ve hedefler doğrultusunda 30 yılda Madımak’ın önünde atılan şeriat sloganları hükümet politikası haline geldi? 

Bu dosyamızda, siyasal İslamcıların 1990’larda Refah Partisi ile aydın katliamları ile başlayan hikâyesinin, milenyumda nasıl “muhafazakâr demokrasi”, “aşağıdan gelen devrim” makyajıyla iktidara yükseldiğini tartıştık. Gazeteci Murat Yetkin ve araştırmacı Behlül Özkan’ın da görüşleriyle katkı verdiği dosyamızda, geçmiş tanıklıklarla AKP’nin 2002’de uluslararası bağlamda neyi temsil ettiğini de yeniden hatırlatmaya çalıştık. 

*** 

Yeşil Kuşak Projesi’nin de dahil olduğu Carter Doktrini’ne adını veren eski ABD Başkanı Jimmy Carter.

Yeşil kuşak ve Büyük Ortadoğu Projesi 

Emperyalizmin Ortadoğu’nun kontrolü projesinde İslamcılığın önemi, 19. yüzyıla kadar dayanır. Henüz daha Britanya Krallığının bölgede yegâne güç olduğu yüzyılda, Rus Çarlığına karşı bölgede İslamcı yönetimlerin desteklenerek tampon haline getirileceği ‘Yeşil Kuşak’ projesini de ilk ifade eden sömürge valisi Lord Curzon’du. İngilizler bu stratejiyi 20. yüzyılın erken döneminde Müslüman Kardeşleri ele geçirerek sürdürmüş, II. Dünya Savaşı sonrası ise Batının liderliğini ABD devralmıştı. 

Soğuk savaş döneminin en önemli cephelerinden biri Ortadoğu oldu. Henüz daha savaşın hemen ardından Eisenhower, Truman Doktrinleri ve dolaylı savaş taktikleri çerçevesinde bölgede SSCB ve komünizmin etkisini boğmak hedeflendi. Arap ülkelerinde SSCB’ye yakın halk cumhuriyetlerinin kurulmaya başlanması ile hızlanan süreçte amaç hem komünizmin yayılmasını engellemek hem de SSCB’ye karşı Ortadoğu’da bir tampon bölge yaratabilmekti. 

Bu süreç, tek parti döneminden itibaren Türkiye’de hükümetlerle yapılan askerî yardım anlaşmaları ile başlasa da esas gelişimini Komünizmle Mücadele Dernekleri, İslamcı birçok tarikat ve Ülkü Ocakları ile sürdürdü. Doğrudan ABD’nin kurduğu Özel Harp Dairesi’ne bağlı bu yapıların temel hedefi, ülkede gelişen her türden toplumsal muhalefet hareketini boğmaktı. 

Türkiye’de geliştirilen milliyetçi-İslamcı örgütlenmeler, SSCB’nin içerisindeki Türk-Müslüman ülkelerdeki anti-komünist örgütlenmelerle paralellik içeriyordu. Türkiye’de milliyetçiliğin geliştirilmesinde en önemli kaynak, Orta Asya’daki Türk devletlerinde ABD’nin örgütlediği anti-komünist Türkçülüktü. Hakeza Afganistan’da Sovyetlere Karşı Taliban’ın doğrudan bir CIA ürünü olarak kurulması ve aynı süreçte İran’da İslamcıların iktidara gelişi ile Türkiye’de de İslamcılık yeni bir evre kazandı. 

Ülkü Ocaklarının, İslamcı örgütlenmelerin önünü alamadığı devrimci hareketin yükselişine karşı geliştirilen 12 Eylül darbesi sonrasında birçok cemaat ve tarikat devlet içerisinde örgütlenmelerini artırmış, İslamcı yurtlar ve okullar yaygınlaşmıştı. 1990’lı yıllara gelindiğinde, Taliban ve İran’dan etkilenen radikal İslamcı örgütler, Türkiye’nin her yerinde aydınlara, üniversitelere, sokaktaki muhalefete saldırmakta eski kontrgerilla artığı ülkücülerle yarışır hale gelmişti.  

Refah Partisi’nin yükselişi ve ardından gelen 28 Şubat müdahalesi, böyle bir dönemin sonucuydu. 

*** 

1994 Yerel Seçimlerini kazanan refah partisi adayları Recep Tayyip Erdoğan ve Melih Gökçek

Siyasal İslam’ın iktidar yolu 

Erbakan’ın Refah Partisi’nin yükselişi, ilk olarak 1994 yerel seçimleri ile gerçekleşti. Sosyal demokrat partilerin büyükşehirlerde 2-3 farklı aday çıkarmasından yararlanan Refah Partisi adayları, İstanbul ve Ankara gibi büyükşehirleri alarak önemli bir güç elde ettiler. Yerel seçimlerden 1 yıl sonra gerçekleşen genel seçimlerde birinci parti çıkarak, 28 Haziran 1996’da Tansu Çiller’in genel başkanı olduğu Doğru Yol Partisi ile Refah-Yol koalisyon hükümetini kurdu. Ancak koalisyonla gelen iktidar ancak 1 yıl görevde kalabildi. Henüz hükümetin 8. ayında, 28 Şubat tarihinde gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu kararlarını Erbakan’ın imzalamaması ile başlayan gerilim, 18 Haziran’da istifa etmesi ile sonuçlandı.  

Fakat AKP’nin yıllarca bir mağduriyet olarak suistimal edeceği 28 Şubat süreci, yalnızca TSK’nın İslamcıların iktidarına ve muhafazakâr yaşam tarzına dönük müdahalesi ile açıklanamaz. 

Henüz 1990 yılında Çetin Emeç, Bahriye Üçok, Turan Dursun ve Muammer Aksoy, 1993 yılında ise Uğur Mumcu suikasta uğrayarak katledilmişti. Yine 1993 yılında Madımak’ta gerçekleşen katliamın doğrudan örgütleyicileri İslamcılar ve milliyetçiler, dönemin Sivas Belediye Başkanı ise Refah Partili Temel Karamollaoğlu idi. Tüm bu aydın katliamları, kontrgerilla faaliyetlerinden bağımsız düşünülemese de radikal İslamcılığın yükselişinin de doğrudan sonucuydu. Bu saldırılara paralel olarak Hizbullah ve İBDA-C örgütlenmeleri de devrimcilere, aydınlara, kadınlara yönelik saldırılarda bulunuyordu. Refah Partisi’nin iktidara geldiği 1996 yılından itibaren ise bu saldırıları örgütleyen birçok tarikat artık resmî davetlere çağrılıyor, doğrudan hükümet sözcüleri ve milletvekilleri tarafından İslamcı saldırganlık körükleniyordu. Aynı dönemde yaşanan ve aslında İslamcılara dokunmayan Susurluk olayını Erbakan’ın “fasa fiso” olarak geçiştirmesi, Refah Partisi’nden Adalet Bakanı olan Şevket Kazan’ın ise olayın ardından örgütlenen “Sürekli Aydınlık için Bir Dakika Karanlık” eylemleri için “Bunlar mumsöndü oynuyorlar” demesi, dönemin karanlık zihniyetinin bir ifadesiydi. 

Yine aynı dönemde kadınlara, gençlere, aydınlara yönelik saldırılar karşısında toplumsal eylemlilik gelişmeye başlamıştı. 1996 yılında Çağdaş Hukukçular Derneği’nin çağrısı ile Ankara’da “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” gerçekleşmişti.  

Dolayısıyla Refah Partisi iktidarı ile zirveyi bulan İslamcı saldırganlığın karşısında, ülkenin gençleri, kadınları, aydınları sokakta sesini yükseltiyordu. Faili meçhullerin, devlet ve kontrgerilla yapılarının devrimcilere, Kürt hareketine karşı yürüttüğü saldırıların zirve yaptığı bir dönemde, böyle bir karşı karşıya gelişe TSK’nın müdahalesi, siyasal İslama darbe değil, “ayar verme” ve karşısında yükselen toplumsal muhalefetin sesini kısma hamlesi oldu. 

*** 

Eski CIA şefi Graham Fuller

Amerikalılar Erdoğan’ı istiyor 

28 Şubat’ın mesajını Refah Partisi’nin genç kadroları doğru anladı. 1997’deki postmodern darbeden 2002’deki iktidara uzanan yolda en önemli gelişme, Erdoğan ve Gül’ün başını çektiği Yenilikçiler ekibinin Erbakan liderliğine isyan bayrağı açması ve o dönemki adıyla Fazilet Partisi’nden ayrılması olmuştu. Bu ayrım, siyasal İslamcılığın Batı ve sermaye kesimleri ile ilişkisi açısından önemli bir kırılma noktası oluşturuyordu. Erdoğan ve Gül’ü Erbakan’dan ayıran siyasi sebepler ise aslında henüz daha 28 Şubat ve Refah Partisinin kapatılmasından da önce ABD tarafından belirlenmişti. Gazeteci Ruşen Çakır’ın 27 Şubat 1995 tarihli “ABD’nin Refah Dosyası” başlıklı yazısındaki tanıklık ve gözlemleri; Erbakan’dan Erdoğan’a doğru değişen yolu ve hatta 28 Şubat’ın gerçek anlamını yeniden düşündürüyor: 

(Amerikalı diplomat, Erbakan hakkında) “Benim izlediğim konuşmasında fazlasıyla korkutucu bir Batı tasviri yaptı. Böyle bir Batı yok. Kendisi ya Batı hakkında hiçbir gerçek bilgiye sahip değil, ya da bile bile gerçekleri tahrif ediyor. Sanıyorum ikincisi doğru.” 

"Bu partide genç bir lider adayı yok mu?” Türkiye’yi yakından takip eden bir başka diplomat soruyu geliştiriyor: “Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğe soyunduğu doğru mu?” 

Erbakan’ı ABD’ye davet eden ve programının büyük kısmını düzenleyen American Müslim Council (Amerikan Müslüman Konseyi) Genel Sekreteri Abdurahman Alamoudi de “RP tek adam partisi olmadığını göstermelidir" dedi. 

Özellikle de Erbakan’a gezisinde eşlik eden, RP’nin dış ilişkilerden sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Abdullah Gül’le "çalışmak istediklerini” belirtti. 

ABD’nin Türkiye’de Batıyla ve sermayenin yönelimleri ile uyumlu bir ılımlı İslam hareketi tercihi, bu dönemin CIA raporlarına yansıyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında, Ortadoğu’da soğuk savaş sonrası ABD ile çelişkili İran, Suriye gibi ülkeleri çevreleyecek, bölgede gelişecek İslamcı akımlara örnek oluşturabilecek bir İslamcı parti ihtiyacı, Refah Partisi’ne ordu üzerinden verilen “ayar” ve AKP’nin kuruluşu ile somutlaştı. 

AKP’nin kurulma sürecinde Abdurrahman Dilipak, Ali Bulaç gibi İslami kesimin ideologları Amerikalılarla görüşüyor, Türkiye’nin o dönemdeki CIA şefi Graham Fuller’in yönlendirmesi ile Türkiye’ye uygun bir ılımlı İslam projesini hayata geçirmenin yollarını arıyorlardı: 

“1998’lerden başlamak üzere Amerikalılar, sıklıkla bizlerle görüşmeye başladılar. Biri gidiyor, üçü geliyordu. Sordukları şuydu: “Türkiye’de dindar zemini kuvvetli bir iktidar mümkün mü?”  

“Dilipak ise çok hareketli, aktif bir arkadaşımız. Tanıyanlar bilir, her konuda projesi var. Yeni dönemde Türkiye için mümkün bir siyasi proje hazırladı, bundan hayli saygın kişilere bahsetti. Ve onun ifadesine göre Ankara’da birilerine çalıştığı dosyayı verince, Amerikalıların görüşme trafiği değişti, bir süre sonra Dilipak, projesinin ‘bazı değişikliklerle’ AK Parti olarak ortaya çıktığını gördü” (Ali Bulaç, Zaman gazetesi). 

*** 

“BOP eş başkanıyım” 

Amerikalıların Türkiye’de siyasal İslamın gelişimine dair ilgileri ve yönelimlerinin, tüm Ortadoğu’ya dair kaygıları ile birlikte düşünülmesi gerektiğini tarih bize gösterdi. 2002 Kasım ayında iktidara gelen AKP’nin meclisteki ilk hamlesinin başarısız Irak tezkeresi oylaması olması da Erdoğan’ın o günlerde gururla kendisini “BOP Eş başkanı” ilan etmesi de bugünün iktidarının hangi saikler etrafında oluşturulduğuna dair önemli işaretler taşıyor.  

Erbakan’ın Refah Partisi çizgisinin, genel itibariyle Batı, İsrail ve TÜSİAD çevreleri ile ilişkilerinin kötü olması, ABD ve Türkiye İslamcılığı arasındaki ortaklığı 2002’ye ertelemek zorunda bıraktı. Bu erteleme süreci, “postmodern darbeden” milli görüş içerisindeki kopuşa, birçok tarikat ve geçmiş merkez sağ aktörlerinin yeniden pozisyon alışına kadar birçok farklı faktör içerisinde gelişti. 

*** 

Birçok cemaat Erbakan’a sırt çevirdi 

Refah Partisi’nin iktidara gelişinden 28 Şubat’a giden süreçte, büyük çaplı tarikat ve cemaat yapıları, Erbakan’a istediği desteği vermedi. Aslında 1970’lerden beri Milli Görüş hareketinin büyük çaplı birçok cemaat ile ilişkisi mesafeli olmuş, bu yapılar kendi çıkarları açısından iktidardaki merkez sağ partilerle ilişki kurmayı tercih etmişti. Ancak Refah Partisi’nin iktidara gelmesi de durumu değiştirmedi, hatta bazıları için daha da kötüleştirdi. Erbakan, bu menfaatleri sağlayabilecek iktidarı alsa da cemaat-tarikat yapılarının varlık sebebi olan Amerikancılık ile barışık değildi. 

Tarikat-cemaat yapılarının, İslamcı dahi olsa Amerikancı olmayan bir siyasi harekete mesafeli yaklaşmaları, Türkiye’de İslamcı örgütlenmelerin özüne dair önemli bir hakikate işaret ediyor. Bunun en somut örneklerinden biri, henüz 1950’lerde kurduğu Erzurum Komünizmle Derneği’nden beri ABD merkezli kontrgerilla ve yeşil kuşak örgütlenmesinin merkezinde olan Fethullah Gülen’in, 28 Şubat’a verdiği destekte görülebilir:  

"Bugün Türkiye'yi idare edenler, gerekli performansı ortaya koyamadılar zannediyorum. Ülkemiz kriz içinde. Bu krizi gücü temsil edenler önlemelidir. 'Bu hükümeti değiştirin' demek daha demokratik olur. Askeriye 'muhtıra verdi' diye suçlanmak isteniyor. Askerler isteselerdi, 'Bu, böyle olacak' diyebilirlerdi. Oturup onlarla meseleyi altı saat mülahaza etmezlerdi. Demokratik yollarla problemler çözülsün istediler." 

Aynı yapıların 28 Şubat’ta hapis cezası alan Erdoğan ve etrafındaki yenilikçi ekibe verdiği ve bugün bile devam eden destek de bu yapıların pusulasına dair önemli bir ipucu. 

*** 

Demokratik muhafazakârlık masalı 

Siyasal İslamın yükselişi liberallerce “muhafazakâr çevreninin” “otoriter merkezi” dönüştürücü aşağıdan demokratik bir “inkılap” olarak değerlendirilir. Oysa siyasal İslam ne aşağıdan bir hareket olarak gelişti ne içinde bir demokratik muhteva taşıdı ne de müstakil bir hareket olarak gelişti. Siyasal İslam öncelikli müstakil değil doğrudan Amerikan emperyalizminin politikalarına bağlı olarak, CIA’nın elinde büyütülmüştür. İçine Amerika kaçmış devlet eliyle büyütülmüş, 12 Mart ve 12 Eylül darbeleriyle birlikte giderek devletin resmî ideolojisi Türk-İslam sentezi olmuştur. Demokratik bir muhteva asla taşımaz; siyasal İslamın gelişimi Maraş’lardan Sivas’a uzanan mezhepçi katliamlardan Uğur Mumcu’ların, Bahriye Üçok’ların katledilmesine uzanan cinayetlere dayanır.  

12 Eylül sonrasında siyasal İslam, birçok tarikat ve cemaatle kamusal alanda arz-ı endam etmeye başladı. Bizatihi kendisi de bir tarikat mensubu olarak önce Başbakanlık sonra Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak olan Özal, “şimdiye kadar herkes İslam’ı toplumda yaygınlaştırmak istiyordu. Oysa asıl sorun devleti İslamlaştırmaktır” sözleriyle, 12 Eylül darbesiyle başlayarak hayata geçirdiği politikayı böyle özetleyecekti. İmam Hatip’lerin çoğaltılması, din dersinin zorunlu hale getirilmesi, emniyetten yargıya bürokraside gerici kadrolaşmanın önü açıldı, birçok tarikatın okulları, yurtları, hastaneleriyle İslamcı bankalar bu dönemde kurulmaya başlandı.  

Bu dönemde dünyada da reel sosyalizmin yenilgisi sonrasında kapitalizmin sınıflar mücadelesinin yerine kimliklerin ve dinleri ön plana çıkarmaya başladığı bir dönemdi. Türkiye’de de bütün bir toplumun çoğalan birçok tarikat ve cemaatle birlikte, her tür mistik akımın yükselerek yeni özel TV’lerden de pompalandığı bir atmosfere sürüklendi. Toplum adım adım bu dinselleşme politikaları doğrultusunda dönüştürülürken öte yandan da siyasal rejimin dincileştirme atakları pek çok koldan yürütüldü. Refah Partisi’nin 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere pek çok yerel yönetimde iktidara gelmesi bunun bir parçasıydı. Bu dönemde siyasal alanda RP yükselirken öte yandan da F. Gülen cemaatinin okul ve yurtlarla ülkenin dört bir yanına yayıldığı bir dönemdi. Yükselen bu siyasal İslamcı akım toplumun ilerici kesimlerinin de ciddi bir tepkisiyle karşı karşıya kalıyordu. Aynı zamanda TSK ve bürokrasi içinde de bir tür devlet içi iktidar paylaşım mücadelesi çerçevesinde de bu kesimlerle belli bir mücadele 28 Şubat’lardan Ergenekon operasyonlarına uzanarak sürdü… 

*** 

BEHLÜL ÖZKAN

Ordunun derdi laiklik değildi 

28 Şubat'ın yıl dönümüne şeriat tartışmaları eşliğinde giriyoruz. Özellikle 1990'lardan 3 Kasım 2002'ye giden yolda, Türkiye'de siyasal İslamcı bir partinin iktidara geliş sürecinde içeride ve dışarıda hangi aktörler hangi saiklerle etkin oldu? 

Behlül Özkan: Türkiye’de ordunun müesses nizam içindeki konumu ve ideolojik omurgası 1960’dan sonra ciddi şekilde değişti. OYAK’ın kurulmasıyla birlikte ordu mevcut ekonomik sistemin koruyucu aktörlerinden biri olurken, ideolojik olarak da Türk-İslam sentezini benimsedi. 1971 muhtırası sonrasında ordu içinde yaşanan tasfiye, bu dönüşüme farklı nedenlerden karşı çıkabilecek subayları kurum dışında bıraktı. Dolayısıyla 28 Şubattan çok önce Türkiye’de ordu laikliği değil anti-komünizmi benimseyerek Türk-İslam sentezini ideoloji olarak devlet içinde kurumlaşmasını sağlamıştı. 1990’larda Refah Partisi’nin yükselişiyle 1970’lerin başından beri orduyla anti-komünist mücadelede ortaklı yapan İslamcılar küçük ortak konumundan artık direksiyona geçmek istedi. Yaşanan iktidar mücadelesinin ve 28 Şubat’ta bunun ortaya saçılmasının arkasında başka bir dinamik olduğunu düşünmüyorum. Günümüzden bir örnek vermek gerekirse on yıl önce kumpas davalarıyla tutuklanan subaylardan bir kısmı bugün iktidar ortağı. Mavi Vatan adı altında kendilerine iktidar bloğu içinde alan açmaya çalışıyor. Bunların on yıl önce de bugün de demokrasi, laiklik gibi bir dertleri yoktu. Geçtiğimiz yıllarda bu isimler Başkanlık sistemine ve güçlü cumhurbaşkanına övgüler düzdüler. Ordu içinde 28 Şubat’ta dahil olmak üzere çok uzun zamandır en etkili olan dinamik kariyerizm… Tabii ki istisnalar vardır. Ancak kariyerizmin ve iktidar mücadelesinin, cumhuriyetin ilkelerinin ve demokratik değerlerin korunmasından çok daha önce olduğunu düşünüyorum. Unutmayalım aynı dönemde Fethullahçılar orduyu ele geçirirken, 1980’lerden itibaren ordunun en tepesinin buna karşı etkili olabilecek hiçbir hamle yapamadı. 

***

MURAT YETKİN

Batıya ve sermayeye yöneliş İslamcılığa alerjiyi hafifletti 

28 Şubat - 3 Kasım 2002 arasındaki süreçte ve atmosferde siyasal İslamcı bir partiyi iktidara taşıyan kritik eşikler ve saikler sizce neler?  

Murat Yetkin: Sadece siyasi açıdan bakmak eksik olur. Örneğin 1994 krizi ardından ekonominin sürdürülebilirliği giderek zayıflıyordu. Kamu borçları ve kamu bankalarının görev zararları artıyordu. Nihayet önce Kasım 2000’de bankacılık krizi ile derinleşen sorunlar Şubat 2001’deki MGK toplantısındaki tartışmayla mali krize dönüştü. Mevcut partilerle bir çıkış yolu olmadığı görüldü. Refah içinde yenilikçilerin Erbakan’ın AB karşıtı ve serbest pazar karşıtı çizgisinden koparak AK Partiyi kurması büyük sermayedeki alerjiyi hafifletti. 

Siyasi bakımdan 28 Şubat’ta askerlerin “irtica” konusunda sert tutumu ve özellikle çelişkileri türban/başörtüsü konusuna indirgeyen ikna odaları” gibi uygulamalar toplumun çoğunluğunda içten içe tepkilerin birikmesine yol açtı.  

Koalisyondaki üç partinin Meclis dışı kalması, Meclis’te olmayan iki partinin Meclis’e girmesi bunun göstergesi sayılabilir. 

Şunu da söylemek mümkün. 28 Şubat’a postmodern darbe adını takan askerin kendisiydi. Yine yapabileceklerini düşündüler. Ama zamanın ruhu değişmişti. Soğuk Savaş bitmiş, Sovyetler Birliği yıkılmıştı. ABD liderliğindeki “Batı”nın Türkiye’de bir askerî yönetimden ne çıkarı ne böyle bir talebi vardı. Clinton ve Chirac Demirel’i tebrik ettiler bu defa askere izin vermediği için. 28 Şubat’ı 27 Nisan 2007’de tekrarlamak istedi, askeriyede hâlâ Soğuk Savaş faydacılığının geçerli olduğuna inanan, zamanı okuyamayan gruplar. Marx’ın dediği gibi, ilki trajikti, ikincisi komik oldu. 27 Nisan e-muhtırası AK Parti’nin 3 Kasım 2002’de aldığı iktidarı pekiştirdi. Laiklik karşıtı akımların devleti devralmasının başlangıcı da o oldu.