İşçi sınıfı olmadan demokrasi olur mu?

Burak BAŞARANLAR / Akademisyen

Lenin ünlü Devlet ve Devrim adlı kitabında lafı hiç evirip çevirmeden şöyle söylemektedir: “Gerçekten tam bir demokrasiyi ancak komünizm sağlayabilir.” Diğer bir deyişle Lenin için sosyalizm ne üretim araçlarının kamusallaştırılması ne de kaynakların eşit bölüşümünden ibarettir. Lenin’e göre komünizm demek demokrasi demektir; komünizm toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan işçilerin iktidara gelmesi, kadınların ise yine Lenin’in tabiriyle “mutfaktan çıkıp ülke yönetmesidir”. Tek bir partinin ve devlet bürokrasinin bir toplum üzerine karabasan gibi çöktüğü bir sistem olsa olsa sosyalizmin antitezidir; sosyalizm işçi sınıfının merkezde olduğu, işçi sınıfını iktidara taşımaya hedefleyen bir siyasi özgürlük mücadelesidir. Lenin ve komünistler için demokrasinin önemi yeterince açıkken, sınıf mücadelesi gibi kavramları, işçi sınıfı gibi aktörleri bir rafa kaldırıp, demokrasiyi salt bir özgürlük meselesi olarak ele alan karşı cephede durum nedir?

İşçi sınıfının “oyunun dışında kaldığı” bu siyasi iklimin oluşmasında elbette gazeteciler, akademisyenler, köşe yazarları gibi “akil” insanların da önemli bir payı vardır. İşçi sınıfının marjinal bir pozisyona itilmesinin hegemonik altyapısını hazırlayan bu kesimler Sovyetler Birliği’nin çöküşünden bu yana aynı masalı tekrarlamaktadırlar: Sosyalizm 20. yüzyıla ait arkaik bir ideolojidir, çağımız kimlikler çağıdır ve sınıf diye bir kategori artık kalmamıştır. Bununla beraber, kendi terminolojileriyle, dünyanın sağ popülizme teslim olmasından, demokratik alanın giderek daralmasından şikâyetçi gözükmektedirler. Demokrasi ve demokratik haklar mücadelesi işçi sınıfına hava gibi, su gibi ihtiyaç duyarken, bu kesimler sınıf temelli ve işçi sınıfı odaklı siyasetlerdeki gerileyişin siyasal özgürlük ve demokratik alanı daralttığı gerçeğine sırt dönmektedir.

Bugün demokratik mücadele işçi sınıfının örgütlü desteğine her zamankinden daha muhtaçtır. 2019’da Siranne Dahlum, Carl Henrik Knutsen ve Tore Wig tarafından yapılan yeni bir araştırma şehirli bir orta sınıfa, güçlü ve örgütlü bir işçi sınıfının eşlik etmediği ülkelerde demokratik bir sistemin kurulmasının mümkün olmadığını ortaya koymaktadır.1 Araştırmaya göre işçi sınıfının kritik rolü diğer toplumsal gruplara göre daha etkili bir şekilde mobilize olma ve örgütlenme yeteneğinden gelmektedir. Bu durum özellikle ülke ekonomisinin temel direkleri olan sektörlerde daha belirgin bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Maden, enerji, ulaşım, otomotiv gibi sektörlerde yüksek sayılarla istihdam edilen işçilerin örgütlenebilme yeteneği ve bu örgütlenmenin siyasi etkisi ülke ekonomisinin her bir katmanını etkileme kudretine sahiptir. Dahası, bu tip işçi istihdamının yoğun olduğu sektörlerde çalışanların sendikalaşabilmesi ve kolektif şekilde hareket edebilme yetenekleri patronun işçiler üzerindeki kontrolünün daha direkt olduğu, işçi nüfusunun sayıca düşük olduğu küçük işletmelerden daha kolaydır. Belki de en önemlisi işçi sınıfının önemi bu sınıfın yükselteceği sınıf temelli taleplerin demokratik niteliğinden kaynaklanmaktadır. Sınıf temelli talepler genellikle kötü çalışma koşulları, düşük ücretler ve işçilerin çalışma güvenlikleri gibi konularla alakalıdır ve bu alanların her birinde atılabilecek olumlu bir adım bütün çalışanların avantajınadır. Diğer bir deyişle, sınıfsal talepler ve sınıf mücadeleleri genel olarak kaynakların demokratik olarak yönetimi ve bölüşümüne ilişkindir ve kapitalist toplumların kronik problemleri olan işsizlik, yoksulluk, gelir dağılımındaki eşitsizlik gibi sorunları çözme potansiyeline sahiptir. Buna karşı işçi sınıfının sınıf olarak temsil edilmeyip, işçilerin siyasete yalnızca bireysel düzeyde müdahil olabildikleri ülkelerde demokratik sistemin kurulabilmesi ihtimali çok daha düşüktür. Dolayısıyla demokrasinin içinde bulunduğu kriz işçi sınıfının örgütlülük derecesi ile yakından ilgilidir.

İşçi sınıfından vazgeçmiş olan “muhaliflerin” aksine ise, Türkiye’nin yönetici seçkinleri işçi sınıfının potansiyel gücünün her zaman farkındaydı. Bu sebeple on yıllardan beri işçi sınıfının gücünü kırmak için çeşitli politikaları hayata geçirilmiş, muhalif sendikal hareketlerin nüfuz alanları daraltılmış, grevler ya yasaklanmış ya da ertelenmiş, kamu işletmeleri ise özelleştirilmiştir. 2013-2019 arasındaki verilere göre muhalif bir sendika olan DİSK’in üye sayısındaki artış 50.000 civarındayken, hükümet yanlısı HAK-İŞ’in üye sayısı yaklaşık olarak 90.000’den 700.000’e çıkmıştır. AKP döneminde 16 grev girişimi hükümet tarafından yasaklanmış, bunların 7 tanesi ise olağanüstü hâl sürecine denk gelmiştir. Erdoğan’ın söyledikleri hâlâ hafızalardadır: “Şimdi grev tehdidi olan yere biz OHAL’den istifadeyle ânında müdahale ediyoruz. Diyoruz ki hayır, burada greve müsaade etmiyoruz, çünkü iş dünyamızı sarsamazsınız.” Bu politikaların temeli ise 2000’li yılların başında yani AKP’nin sözümona “vesayetle mücadele ettiği” ve “en demokratik” olduğu yıllarda, liberallerin desteğiyle atılmıştır.

Buradan çıkarılacak siyasi sonuçlar oldukça berraktır: 

1-) Bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik kriz, AKP’nin işçi sınıfı üzerinde kurduğu tahakküm ve baskı mekanizmalarından bağımsız olarak değerlendirilemez.

2-) Belli aralıklarla Cumhuriyet ve Mustafa Kemal temalı reklamlarıyla orta sınıf muhaliflerimizi kendisine hayran bırakan “laik” holdingler AKP’nin işçi sınıfı üzerinde kurduğu hâkimiyetten en fazla faydalanan kurumların başında gelmektedir. Pek tabii bunlara MÜSİAD ve var olduğu süre boyunca TUSKON da eklenebilir. AKP’ye karşı verilen mücadelenin hatları AKP’nin dayandığı bu geniş koalisyon göz ardı edilerek belirlenemez.

3-) Bugün CHP’li oyların sayesinde muhalif etiketiyle Meclis’te bulunan eski AKP’li siyasetçiler yukarıda bahsettiğimiz tablonun ortaklardır. Şimdilerde onların arkasında dizilen Daron Acemoğlu gibi ödüllü ekonomistler de AKP’nin işçi sınıfı üzerinde yarattığı yıkımı görmeyi inkâr etmekte, ekonomik problemleri yalnızca liberal siyasetten uzaklaşma ve otoriterleşme ile açıklamaya çalışmaktadır. Ne eski AKP’li ne de liberal “muhaliflerin” yukarda bahsettiğim tabloyu ileri götürecek, emekçi sınıfların önünü açacak bir siyasi ajandası yoktur.

4-) Bugün kendini muhalif olarak tanımlayan siyasi odaklar ve toplumsal muhalefet, işçi sınıfını Türkiye sahnesine geri kazandıracak politikaları üretmek, işçi sınıfının nasıl örgütleneceğini tartışmak zorundadır. Böyle bir amacın yokluğunda ise ülkemize uzun süre hâkim olacak siyasi iklim ülkenin daha sağa çekmesi, daha da dincileşmesiyle sonuçlanacaktır.

Mayıs seçimleri sonrasında Türkiye tarihinin en sağcı, en gerici ve en antidemokratik meclisiyle karşı karşıya kalmamız basit ve talihsiz bir tesadüf değildir. Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfının zayıflığı sorunu bir demokrasi sorunu olarak baş göstermektedir. Tam da bu sebeple bu karanlık istibdadın sona ermesi işçi sınıfının tekrar politik bir güç öznesi olarak ortaya çıkmasına bağlıdır.

1Dahlum, Knutsen, Wig, (2019), We checked 100 years of protests in 150 countries. Here’s what we learned about the working class and democracy.
Dahlum, Knutsen, Wig, (2019), Who Revolts? Empirically Revisiting the Social Origins of Democracy.