Şiir bir başına ne hayıftır, ne telafidir, ne ağıttır, ne sevinçtir, ne iç dökmedir. Bütün bunları da içerir elbette. Ancak o çok özel, çok bireysel bir varoluş manifestosudur. Benim şiirim de bunlardan azade değil elbette. Çok abartılı sayılmazsa, yaşadığımız hayatı, aşkıyla, ayrılığıyla, bireysel-toplumsal korkularıyla, zamanın ağırlığıyla, insanın yoksunluklarıyla yeniden anlama ve inşa etme çırpınışıdır benim için şiir.

İşimize bakalım

Şükrü Erbaş - Şair, Yazar

Sosyalist bir dünya düşü, buna bağlı olarak toplumcu bir sanat inancı, benim ilk sözlerimin mayasını oluşturmuştur. Sözüm, incelerek, biçim ve yapı değiştirerek sürse de mayası bu harçla karılmıştır. “Ya sosyalizm ya vahşet” diye bir söz döner durur ya ortalıkta, ben buna her gün biraz daha inanıyorum. Dünyanın nasıl bir cehennem içinde çırpındığını birazcık anlayan herkes, ellerini ovuştura ovuştura bu cehennemden beslenmiyorsa, sosyalist bir dünyadan başka nasıl bir kurtuluş umut edebilir ki... Benim bütün hayatım, bütün yazdıklarım, bir daha söylemiş olayım, kıstırılmış insanın trajedisini canında duymakla varlık bulmuştur, bu trajedi üzerinde şekillenmiştir. Birileri ne kadar, sanat ideolojilerden uzak olmalıdır dese de, ideolojisi ve etiği olmayan bir insanın, acısını dile getireceği estetik bir formu da olamaz. Benim şiirim de tam bu üç öğe üstünde var olur. İdeoloji, etik ve estetik, dil içinde yepyeni bir gerçeklik kurar, bir büyü yaratır. Varsa eğer sözümün bir değeri, bu tutumdan gelir.  

*** 

Sözümüzün insanlara ulaşması, onlara dokunması, onlarda bir duyarlılık oluşturması, bir yankı bulması için, insanların bizim hayatımızda bir varlığı, karşılığı, derdi, değeri olması gerekir. Kısaca, hayatımızın başka hayatlardan oluşması gerekir. Bizim onları kendi hayatımıza dönüştüren bir simyacı olmamız gerekir. Budur bizi en geniş anlamda başkalarına ulaştıracak olan. Budur hayatın diyalektiği. Biz, bir sarkaç olmalıyız, kendi yalnızlığımızla başkalarının yalnızlığı arasında durmadan gidip gidip gelen bir sarkaç. Budur, yazdıklarımızın çoğala çoğala bir ince sevgi ve saygıyla dönüp gelmesini sağlayacak olan. Okur bunu bana yaşattı, yaşatıyor. Seslerinde bir karınca, kirpiklerinde nem, alınlarında derin bir çizgiyle kulağıma o kadar çok fısıldadılar ki şiirlerimi... Bu olmasa bile ben yine yazacaktım. Ben ne yaptığımı biliyorum çünkü. Neyse... hani Necatigil der ya “işimize bakalım”.  

*** 

Şiir bir başına ne hayıftır, ne telafidir, ne ağıttır, ne sevinçtir, ne iç dökmedir. Bütün bunları da içerir elbette. Ancak o çok özel, çok bireysel bir varoluş manifestosudur. Benim şiirim de bunlardan azade değil elbette. Çok abartılı sayılmazsa, yaşadığımız hayatı, aşkıyla, ayrılığıyla, bireysel-toplumsal korkularıyla, zamanın ağırlığıyla, insanın yoksunluklarıyla yeniden anlama ve inşa etme çırpınışıdır benim için şiir. Bu kadar yakıcı olması, tüm bu inşayı ölümün odağında yapıyor olmasından geliyor diye düşünürüm. Ölüm olmasaydı hiçbirimiz hayatı bu kadar sevmezdik.