Ben hiç işkence görmedim. Onun için hâlâ utanırım.

Ben hiç işkence görmedim. Onun için hâlâ utanırım.

Benimle aynı amaçlarla, benzer faaliyetler gerçekleştiren birçok arkadaşım işkence gördü, kimisi sakat kaldı, hatta ölenler oldu.

Bütün bunların yanında, birkaç kez polisin eline düşmüş olmanın, ya da uzun süre memlekete dönememekten kaynaklanan mahrumiyet hissinin ve başka ruhsal-duygusal sıkıntıların lafını etmek bile ayıp elbette.

Ama işkenceler altında ezilmiş bir toplumun bireyi olarak, bu konu beni hep derinden etkiledi, ürküttü, yaraladı.

*      *      *

Son günlerde “Hayata dönüş” ve “Tufan operasyonu” yeniden gündeme geldi. Birçok kentte ve bu arada Diyarbakır Cezaevi’nde yapılan insanlık dışı uygulamalar ve işkenceler üzerine yeniden yazıldı çizildi, eski yazılanlar hatırlandı. Okudukça bir kez daha ürperdim.

Düşünün, işkenceler arasında neredeyse “en masumu” dayak... Saatlerce, günlerce dayak, falaka…

Öteki yöntemler ise cop sokma, lağıma batırma, hükümlüleri birbirinin ağzına işemeye zorlama...

Ayrıca bir buçuk yıl yıkanmalarına izin verilmeyenler, göz çukurlarına kadar bitlenenler, dışkı, kusmuk ve fareli, böcekli yemek yedirmeler…

*      *      *

Bunları kim yapıyordu ve yaptırıyordu? Nasıl rahat uyuyabiliyorlardı bunları yapanlar ve yaptıranlar? İnsanlıklarından vazgeçip canavarlaşmaları nasıl bir süreçti acaba?

Bu işkencelerle ilgili cümleler bile, “yüzyıllar önce düşmanlar kazıklara oturtulurdu” anlatımı gibi rahat telaffuz edilemeyecek kadar yakın bir tarihe ilişkin oldukları için sıcak ve korkunç.

İşkencecilerin büyük bölümü yaşıyor. Çevremizde insan kılığında dolaşıyorlar. Belki bazılarıyla komşuyuz. Bazıları gülümseyerek selamlıyor bizi sabahları. Nasıl yaşayabiliyorlar acaba kanlı hafızalarıyla? Geceleri işkence tezgahlarından iniltiler gelmiyor mu kulaklarına?..

*      *      *

Gazeteci-yönetmen Ruhi Karadağ, “Hayata Dönüş Operasyonu” üzerine belgesel bir film yapmış. 1996'da Bayrampaşa'da açlık grevine katılan ve 2000 yılında da dışarıdan destek veren altı kişinin yaşadıklarını anlatıyor. Bunca yıl sonra, işkence görenlerden bir kısmı hâlâ yardım almadan yaşayamıyor.

Simurg adlı 109 dakikalık filmde ölüm orucu koğuşlarından manzaralar var. “Korsakoff” hastalığına yakalanan, konuşmakta ve yürümekte zorluk çeken eski mahkûmların öyküsünü aktaran Karadağ, yakın tarihin vahşetini birçok uluslararası film festivalde de sergiliyor. Umarım herkes izler.

*      *      *

Ülkemizde işkencelerin ve ölümlerin sembolü olan isimler var. Hem de haddinden fazla. Herkes kendi sembollerini seçebilir. Benim için ölen değil de, yaşayan iki isim var bu semboller arasında özellikle belleğime kazınan. İkisi de ana. Biri Fadime Göktepe. Öteki ise Berfo (Kırbayır) Nine.

103 yaşındaki Berfo Nine, 31 yıl oğlunu arar. Oğlu belki döner diye misafirliğe bile gitmez. Dönünce tanısın diye evinin duvarını bile boyatmaz. Gelince girsin diye kapıyı bile kilitlemez.

Onu bulmadan ölmeyeceğini söyler durur. Ve bir gün ona “müjde” verilir:

- Oğlun işkencede öldürülmüş! Merak etme artık! Bekleme de...

Şimdi işkence izleriyle beraber eriyen cesedin nerede yattığını öğrenmek için, yaşayan işkencecilere çağrıda bulunuyorlar. Hani, hiç olmazsa “insanî” bir şey yapıp, bildiklerini açıklasınlar diye…

*      *      *

Gazeteci Metin Göktepe sekiz evlat doğuran annesine şöyle diyordu bir zamanlar:

- Anne, seni okuma-yazma kursuna yazdırdık; “işleri kim yapacak” diyerek iki günde vazgeçtin. Bak, kursa gitmezsen seni polise vereceğim!

Metin, 1996’nın başında gözaltına alındı ve polislerce dövülerek öldürüldü.

Yıllardır hep o kadını görüyoruz artık eylemlerde. Şimdi 70’ine merdiven dayamış olan Fadime Ana’yı. Bir defasında anlatıyordu:

- Geçen rüyamda gördüm Metin’i. Çok yüksek bir ağacın tepesinde. Elma, mandalina, portakal topluyor. Onun sepetlere doldurduğu meyveleri kızlar alıyor.

*      *      *

28 yıl yurtdışında yaşadım. Birçok kişi ülkemi sevip sevmediğimi öğrenmek için bana sorular sordu. Başlangıçta, zaten çok sevdiği ülkesini kurtarmak için hayatını ortaya koymuş bir genç olarak hiç düşünmeden cevap verirdim.

Yıllar geçtikçe kendi hayatımı, başkalarının yaşadıklarını düşündüm. Nice kültürlere beşiklik etmiş, sonsuz güzelliğine hayran olduğum bu memleketin topraklarında on yıllardır olan bitenleri tekrar tekrar canlandırdım kafamda.

Devlet yöneticilerimizi, tavırlarını, halkı küçümseyen sözlerini ve bakışlarını, hükümetlerin ve öteki resmî kurumların kararlarını, yasaları, hayatımızı birer mengene gibi sıkıştıran engellerini ve yasaklarını binlerce kez hatırladım.

En çok da işkenceleri… İşkencelerle aşağılanan, yaralanan, öldürülen insanları…

Genç kızlara bir sepet meyveyi bile, ancak ölümlerinden yıllar sonra ve analarının rüyalarında uzatabilen yüzlerce delikanlıyı…

İşkence, şiddet ve baskıların bu kadar yoğun olduğu ülkede, ben artık sevgimi o kadar kolay armağan etmiyorum hiç kimseye…

***

Durun bir an!..

Yine internetten özeğitimle ilgili önemli bir notu, bir kısa yazıyı paylaşmak istiyorum sizinle. Leo Babauta’dan bilgece yaklaşımlar bir kez daha.

“Durun.

Sadece bir anlığına durun.

Çevrenizde olup bitenlere kulak kabartın. Dünyayı dinleyin. Nefesinizin giriş çıkışını hissedin. Düşüncelerinizi dinleyin. Etrafınızdaki ayrıntıları görün.

Öylece hiçbir şey yapmadan durup huzurlu olun.

Bugünün dünyasında faaliyet ve hareket normal halimiz; bedenimiz dursa, zihnimiz çalışıyor, dikkatimiz hareket halinde, sürekli dağılıyor. Bütün gün telaş içindeyiz, acele ediyoruz; onu yap, bunu getir, şunu götür, konuş, ara, e-posta yaz-yolla-oku, internette bir sekmeden diğerine geç, bir bağlantıdan öbürüne atla.

Daima çevrimiçiyiz, daima bağlantı halindeyiz, daima düşünüyoruz, sürgit konuşuyoruz. Durmaya vakit yok. Hem, bütün gün çılgın bir bilgisayarın başında oturmak, sonra da hiperaktif bir televizyonun önüne geçmek de durmaktan sayılmaz.

Bütün bunların bir bedeli var: tahayyül etmeye zamanımız kalmıyor, gözlemeye ve dinlemeye zamanımız kalmıyor. Huzurumuz kalmıyor.

Durmak zorunda kaldığımızda ise - ya kasada sıra bekliyoruzdur ya doktor muayenehanesinde bekleme odasındayızdır ya otobüste ya bilet kuyruğunda - yerimizde duramıyoruz ve illaki yapacak bir şeyler arıyoruz. Kimimiz cep telefonumuza sarılıyoruz, kimimiz notebooku açıyoruz, kimimiz kıpır kıpır döneniyoruz. Durmak hiç alışkın olduğumuz bir şey değil.

Günlerinizi nasıl geçirdiğinizi bir düşünün; işte, işten sonra, işe hazırlanırken, akşamları, hafta sonları. Hep telaş içinde misiniz? Hep ya mesajlarınızı okuyor ya bir mesaja cevap veriyor ya haberlere bakıyor, son gelişmeleri mi takip ediyorsunuz? Sürgit yapılacak işler listesinden bir görevi daha mı silebilmeye bakıyorsunuz?

Bu mu?

Hayatınızı böyle mi geçirmek istiyorsunuz?

Durun. Bir an için durun. Yapmanız gerekenleri ve yapmış olduklarınızı düşünmeyin. Sadece o anda olun.

Böylece bir iki dakika kalın. Sonra hayatınızı düşünün, nasıl olmasını isterdiniz. Hayatınızda daha az hareket, daha az iş, daha az telaş görün. Hayatınızın daha sakin, daha sessiz, daha huzurlu olduğunu görün.

Ve gördüğünüz şey olun.

Aslında o kadar basit ki. Bütün yapacağınız her gün bir anlığına durmak. Bunu alışkanlık haline getirdikçe her gün bir şeyleri daha az yapmayı deneyin. Hızlandığınızı hissettiğinizde nefes alın. Yavaşlayın. Anda olun. Gelmesini bekleyeceğinize mutluluğu şimdi bulun. Şimdide bulun.

Durmanın tadına varın. Hakiki bir hazinedir. Hepimizin, her an yararlanabileceği hakiki bir hazine.”