Islak bir yaz öyküsü

Yeni uyandım. Bizim ufaklık gene dağıtıyor. Bıktım artık. Anladık, gülmece(mizah) duygusu çok gelişti ama o pek gülme diyemeyeceğim böğürtülere ne demeli? “Sesini kıs çocuğum,” diyorum, “konu komşuya ayıp oluyor sabah sabah!” Duyan kim? Kas gerginliğiyle sıkıp buruş buruş ettiği elindeki gazeteyi göstererek tam konuşacak ki araya kahkahaları giriyor; kasıklarını tutarak yerde debelenirken gözlerinden yaşlar geliyor. Bekliyorum, hani dinginleşsin. Eh, biraz sonra “Valla şaka değil,” diyebiliyor zar zor, “valla, aşmış yaa...” “Olay ne? Toparlan da anlat!” diyorum. Paçavraya çevirdiği gazeteyi sallayarak, “bak fotoğrafa,” diyor, “adam yüzüyor...” “Kıskanç,” diyorum, sen dinlenceye çıkamadın diye, kimseler suya giremeyecek bu yaz sıcağında, öyle mi?” “Öyle değil,” diyor, “adam kentin ortasında yüzüyor; denizde, havuzda değil!” “Ne saçmalıyorsun yine?”

“Ben de katılıcam, ben de...” “Neye katılacaksın şımarık, söyle!” “Adını bile koydum: Karada yüzme yarışları...” “Oo, dur balkalım, çıkar dilinin altındaki baklayı...” “Sende jeton düştü ihtiyar!” Son günlerde “baba, babacık” gibi daha önce kullandığı ünlemelerin yerini şimdilerde “ihtiyar” aldı. Buna alınıyorum. O da biliyor bunu. “Biz güzel doğru Türkçe diye anlatalım, yazıp çizelim senin şu sözlerine bak! Bir de jetonlu ihtiyar olduk ki hiç duymamıştım böylesini!” Dediklerime aldıran kim, sürdürüyor:” “Saptırma konuyu! Ciddi olalım da anlatayım!” diyor. “Ay yesinler, diyene bak!” diyorum. “Patlatıyorum bomba haberi” diyor: “Yüzerek, İstanbul Şişli'de bir yurttaş, poğaça almaya gitti...” Uyku sersemiyim de hala ondan mı seviniyor gibiyim bu habere önce, “bu yaz sıcağında iyi yapmış” diye; yoksa artık bunca olan bitenle bu kentte de sersem sepelek mi yaşamadayım nice?

Ancak ufaklığın deyişiyle “jeton düşüyor” ayılıyorum ve “İyi de, dur bakalım,” diyorum, “Şişli’de denizin işi ne? Dalga mı geçiyorsun benimle?!” “İşte, dalga denizde olur!” diyor yine sıradanlaşarak sırıtkan. Yok, onunla başa çıkılır gibi değil bu sabah. Sinirlenmeye başladığımı duyumsuyor, aklı başına geliyor biraz: “İhtiyar, sen gece mışıl mışıl uyurken gökler çatırdadı patırdadı, sağanaklar yağdı, her yeri seller aldı götürdü. Neydi o? Hah, hay senin kentsel dönüşümüne...” “Küfür yok ufaklık!” diyorum. “Daha haberlere bakamadım. Ne var ki her yer batmışsa, kentsel dönüşüm adına yeni yapılar kondurulup durulacağına, önce altyapı; en başta elektirik, pis su yolu (kanalizasyon), su...” Beni dinleyen kim?! “Sular içinde iş yerleri, alt geçitler, üst geçitler, metrolar, arabalar... Evlerin damlarına çıkanlar, sokakta botla gezinenler. Bi foto daha var, ona da öldüm valla. Adam aynı dalgıç gibi giyinmiş kentin ortasında. Avustralya’ya da gittin, Kanada’ya da Avrupa’nın bir sürü yerine. Gördün mü buna benzer şeyler?” “Dışarıda yaşamak daha ucuz ufaklık! Bir ayakkabı alıyorsun pahallı mahallı ama yıllarca giyiyorsun. Dış ülkelerde ne yağmurlar gördüm ama altyapıyı çözmüşler. Bir damla su kalmıyor yerde. Türkiye ise, geri kalmışlık sürecinde bir memleket.” “Kentsel dönüşümün ne olduğunu anladım şimdi,” diyor; “yağmurda oralara buralara savrulan araçlar, evleri basan sular, üst geçitlerin altına, bina saçaklarına, otobüs duraklarına sığınan insanlar...” Doğru dürüst konuşurken yine sapıtıyor: “Daha neler neler, ne maydonozlu köfteler...” Yok bu Türkçen ile, olmadı, olmayacak. Bu haftaki harçlığın kesilmiştir!” “Can çekişerek soluyor sanki, yalvarı dolu gözlerle yanıma sokulurken: “baba, babacık, babacığım...”