Yeni kitabı 'Türk Ütopyaları' ile okurla buluşan Sadık Usta, “AKP iktidarının yönlendirdiği gençler İslam felsefesinin hiç de anlatıldığı gibi olmadığını görüyor, sorguluyorlar. İslamcılarla ideolojik mücadele yürütülmeli” diyor.

İslamcılarla ideolojik mücadele yürütülmeli
Fotoğraf: BirGün

Eda Köprü YILMAYAN

Oscar Wilde, “Üzerinde ütopya adası bulunmayan bir dünya haritası, göz atmaya bile değmez” der. Ütopyalar diyarı; insanların uçsuz bucaksız hayal dünyalarının, bitmeyen özlemlerinin ülkesidir. Kelimenin kök anlamı gibi ‘olmayan ülkedir.’ Felsefeci Sadık Usta yeni baskı yapan ‘Türk Ütopyaları/Osmanlı’dan Cumhuriyete Özgürlüğü Düşlemek’ kitabında Batı’ya ait bir kavram olarak ele alınan ütopyayı inceliyor ve bilinenin aksine Türklerin de ütopyaları olduğunu belirtiyor. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de devrim tarihi ile ütopik yazım tarihinin iç içe olduğunu vurgulayan Usta, kitabında her devrimci girişimden önce ütopyaların yazıldığının ve bu ütopyaları yazanların da aktif siyasette yer aldıklarının altını çiziyor ve ekliyor: Bu yüzden Atatürk, 1925’te Dr. Abdullah Cevdet’le yaptığı uzun görüşmesinde, “Hep yazdıklarınızı ve söylediklerinizi yaptım” diyecektir. Osmanlı’da Ziya Paşa, Namık Kemal’le başlayan ütopyacı gelenek Ali Suavi ve İsmail Gaspıralı ile devam etmiş, sonra Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit Yalçın, Kılıçzade Hakkı ve Abdullah Cevdet’le sürmüştür. Sadık Usta ütopyanın Cumhuriyet Dönemi’nde de Yakup Kadri’nin ‘Ankara’ romanıyla doruğa ulaştığını yazıyor.


Tarihinde bu tür ilerici eserler olan bir ülke ne oldu da bu kadar karamsar hale geldi? Türkiye bugün bir ütopya yerine distopyayı mı yaşıyor? Sorularımızı kitapları Harvard, Columbia, Stanford, Princeton, New York, Sachsen-Anhalt Üniversitesi ile Amerikan Kongre Kütüphanesi’nde yer alan Sadık Usta yanıtladı.

‘Türk Ütopyaları Osmanlı’dan Cumhuriyete Özgürlüğü Düşlemek’ kitabınız sizin master teziniz. Ütopyalar üzerine çalışmaya nasıl karar verdiniz?

Ütopyanın en önemli özelliği yeni bir dünya tasavvuru. Bu benim siyasi görüşlerimle; sınıfsız, sosyalist bir toplum idealimle de çok yakın. Ütopyalar hem kafamdaki ideal toplumu tasarlama olanağı sunuyor hem de benim için bir esin kaynağı oluyor. Ayrıca ütopyaların felsefeyle özellikle devlet felsefesiyle olan ilişkisini keşfettim. Örneğin Platon’un ‘Devlet’ eseri veya Aristoteles’in ‘Politika’ kitabı. Onun da asıl adı devlettir. Cicero’nun devlet üzerine yazdığı eser. Bunlar kendi içinde ütopik unsurlar barındıran, devlet kuramını derinleştiren ve devletlerin nasıl olduğunda mükemmel bir yönetim olabileceğini anlatan eserler.

islamcilarla-ideolojik-mucadele-yurutulmeli-1100055-1.

“ÜTOPYALARIN MERKEZİ DOĞU ÜLKELERİ”

Ütopya daha çok batıyla özdeşleştirilmiş bir kavram ancak siz kitabınızda bunun tam aksini iddia ediyorsunuz. Bizim aydınlarımız ilk ne zaman ütopya kavramıyla tanıştı?

İlk ütopya yazın türü ile tanışmaları 1800’lerin ortasına denk gelir. Genç Osmanlılar’ın sürgün edilerek Londra ve Paris’e ve diğer Avrupa başkentlerine kaçması ile oluyor. 1871’de Paris’te Komün Ayaklanması’na katılan Genç Osmanlılar var. Namık Kemaller yurtdışına kaçtığında isimleri hürriyet, özgürlük olan dergiler çıkarıyorlar. Avrupa ütopyalar açısından çok zengin. 1800’lerin ortasından itibaren sosyalist ütopyalar da var. Komünist Manifesto 1848’de yayınlanıyor. Bunlardan esinlendikleri çok açık. Her ne kadar ütopyalar batıda popüler hale gelmiş olsa da geleceğe dair hakkaniyetli, özgürlükçü toplumun düşünüldüğü coğrafya; doğu coğrafyasıdır. İlki Sümerler’dir. İkincisi M.Ö 320’de Büyük İskender sefere çıktığında doğu coğrafyasını keşfeder ve bu bölge için “Felix Arabia” diye bir kavram çıkar ortaya. ‘Mutlu Arabistan’ anlamına geliyor. Daha sonraki Yunan kökenli ütopyaların tamamı doğuda konumlanıyor. Herodotos kendi kitabında ‘Eutopia’ diye bir kavramdan söz eder. Bu bizim daha çok bildiğimiz Etiyopya’dır. İnsanlığın ilk çıktığı zengin bölgelerdir. Buralarda insanlar barışçıl ve kendi içlerinde huzurlu toplumlar kurmuşlar. Yunanların ürettikleri ütopyalar da bugünkü Etiyopya’da ya da Afrika açıklarında Hint Denizi’nde yer alır.

Bugün Türkiye’de ekonomik krizle de birlikte karamsarlık hâkim. Siz bu süreci nasıl görüyorsunuz? Kitabınızda Genç Osmanlılar ve Cumhuriyet dönemindeki ütopyalara yer veriyorsunuz. Ne oldu ütopyalarımıza? Daha çok bir distopyanın içinde olduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Kapitalist sistemde bir çürüme söz konusu. Bugün hâlâ bilim başta olmak üzere Avrupa ve büyük kapitalist ülkeler insanlık kültürünün yöneticisi ama bu armudun en olgun halinde çürümeye başlaması gibi o ülkelerde bir çürüme baş gösterdi. Uyuşturucunun yanı sıra antidepresan kullanımının, boşanmaların artışı, eğitim seviyesinin düşmesi, çocukların başı boş kalması gibi pek çok sorun var. Bu çürüme Türkiye’ye de sirayet ediyor. Bunun yanı sıra ülkemizde bir dincileşme kampanyası da yürütülüyor. Bunlar aslında birbirine bir tepki olduğu söylense de doğru değil! Bu madalyonun iki yüzü. Çürümenin karşıtlığı mitoloji, hurafeler, bir cennet vaadi değildir! Bu çürümenin toplumda derin karamsarlığa neden olduğunu bir süredir Avrupa, Amerika ve Türkiye’de yazım dünyasında gözlemliyoruz. Karamsar edebiyata; distopya dediğimiz fantastik fakat Ortaçağ özlemini dile getiren eserlere yoğun ilginin olduğunu görüyoruz. Gençler bu tür eserlere rağbet gösteriyor. İnsanlık tarihini değerlendirdiğimizde bunun geçici bir durum olduğunu düşünüyorum. İnsanlığın en temel özelliği; eninde sonunda bu çıkışsızlığı yeni ütopyalarla aşacağıdır.

“TOPLUMLARI YENİLİĞE SEVK EDEN GENÇLERDİR”

Gençler sizin kadar umutlu değil maalesef.

Toplumları yeniliğe sevk eden hep gençler olmuş fakat ne yazık ki on, on on beş yıllık süreçte gençlerin böyle bir misyon üstlenmediklerini ve niyetli de olmadıklarını görüyorum. Ancak karamsar değilim. Çünkü Gezi olaylarında da birçoğumuz bu gençlikten bir şey çıkmaz diyorduk ama bizi çok şaşırttılar. O kuşak bizim çocuklarımızın kuşağı. Herhangi bir yerden direktif almadan kendi ailelerini, dedelerini, ninelerini harekete geçirdiler.
Türkiye’de krizin henüz dibe vurmadığından eminim. Kapitalist dünyanın yarattığı bolluğun ekmeğini yiyoruz. Gençler de bir sarhoşluk dönemi yaşıyor. Sosyal medyanın, iletişim ağlarının onları kuşatan ve olumsuz anlamda dönüştüren bir rolü de var ancak şunu net bir şekilde söyleyebilirim: Son yıllarda gençlerin felsefeye olan ilgisi yoğunlaştı. Genç arkadaşların yaptığı felsefeyle ilgili videolar bir milyondan fazla insana ulaşıyor. Felsefe üzerinden içinde yaşadıkları dünyayı sorgulayacaklarını düşünüyorum. Bir handikabımız var. Sosyalist düşünce Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ağır yara aldı. O nedenle biraz mesafeli duruyorlar. Önümüzdeki dönemde gençler tarafından eşitlikçi, özgürlükçü bir dünyanın kurulabileceğini ve bu fikrin yaratıcısı olabileceklerini tahmin ediyorum. Gençlere güvenmekten başka yapacak bir şeyimiz de yok!

İlahiyat fakültelerine, İslam bilimlerine yönlendirilen on binlerce gencin içinde yoğun felsefi tartışmalar var. AKP iktidarının yönlendirdiği gençler ilahiyatın içinde sordukları soruların yanıtlarını bulamaz hale geldi. O nedenle felsefeye yöneliyorlar. Solun bundan haberi yok! “Biz emekçilerle ilgileniyoruz” diyorlar. İdeolojik olarak o gençlerin başka bir düşünce yapısına geçtiğini gözlemliyorum. Sorguluyorlar, kafalarına sorular takılıyor. Deizmin artmasının nedeni bu. Kutsal kitaplarda, cemaatlerde, tarikatlarda anlatılanın dışında bir düşünceyle karşılaşıyorlar. İslam felsefesinin hiç de anlatıldığı gibi olmadığını görüyorlar. Kur’an-ı Kerim’i sorguluyorlar. Tarikatlardaki durumu zaten görüyorlar. Bir de kafalarında bir yere konduramadıkları kutsal kitap var. Üstelik bunlar toplumun yüzde 70’ini oluşturan tutucu, muhafazakâr kesim. Türkiye’de sol partiler buraya girmiyor, ortak düşünsel havuzlar kurmuyor, alanlar yaratmıyor.