Vizyon filmlerinin düzeysizliği, sinema eleştirmenliğini tatsız bir meslek haline getirdi. Festivaller nefes alabildiğimiz, sinema

Vizyon filmlerinin düzeysizliği, sinema eleştirmenliğini tatsız bir meslek haline getirdi. Festivaller nefes alabildiğimiz, sinema sevgimizi sürdürebildiğimiz vahalara dönüştü. Bu hafta bana ayrılan bölümü festivalden seçtiğim bir filme ayırmak istedim bu nedenle. Ermeni - Alman kökenli Fransa doğumlu yönetmen Robert Guediguian’ın “Suç Ordusu” adlı filmi ideal bir seçim gibi gözüküyordu. Guediguian “Maurice ve Jeannette” adlı filmiyle daha önce gönüllerimizi fethetmiş, işçi sınıfına duyarlı, sosyalist bir yönetmen olarak kayıtlarımıza girmişti. Son filmi “Suç Ordusu” Türkiye doğumlu komünist bir Fransız Ermeni’nin II. Dünya Savaşı sırasındaki hayatını anlatıyordu üstelik. Missak Manuşyan adlı bu direnişçinin adını daha önce duymuştum. “Kızıl Afiş” adlı bir filme konu olmuştu o ve arkadaşlarının hikayesi. Fakat filmin beklemediğim, sürpriz bir yaklaşımı var tarihe ve sosyalist direnişçilere.
DİRENİŞ HER ZAMAN
Filmin ön plana çıkardığı  3 direnişçi var. Missak Manuşyan, Marcell Rayman ve Thomas Elek. Manuşyan en yaşlıları ve en önemlileri.  Zaten kurulacak olan hücrenin şefi de o. Rayman ve Elek Yahudi kökenliler ve oldukça gençler. Aynı zamanda risk almayı seven ve biraz da maceracı tipler. Elek komünistliğini daha vurgulayan karakter içlerinde.
Manuşyan ise bir şair. Babası 1915’te Türk askerlerce öldürülmüş, annesi ve erkek kardeşi de bu facianın ardından fazla yaşayamamışlar. “Bütün Ermeniler gibi, bir yetimim” diyor Manuşyan.
Manuşyan, önce yasak bildiriler bulundurduğu ve sol görüşlü olduğu için işbirlikçi Fransız polisi tarafından tutuklanıyor ve bir Alman hapishanesine gönderiliyor. Fransızların pek göstermeyi sevmediği şeyleri, yani Fransız işbirlikçiliğini, vahşetini göstermekten çekinmiyor film. Her öldürülen Alman askeri için 10 direnişçinin öldürüldüğü bir zamanda, Manuşyan komünist olmadığına dair bir belgeyi imzalamaya ikna ediliyor, oluyor. Böylece hapisten çıkıyor ve karısının yanına dönüyor. Fakat, içerden çıkanlar, potansiyel işbirlikçi veya “yem” olarak görüldükleri için parti bir süre Manuşyan’la irtibatı koparıyor. Manuşyan ise imzaladığı belgenin utancı ve ezikliği içinde. Faşistlerin en büyük başarılarından biri de insanları yaşayan ölüler haline getirmek, kimliklerini yok etmek. Fakat bir süre sonra yukardan emir geliyor Manuşyan’a. Bir hücre oluşturacak ve silahlı eylemlere başlayacaktır. Manuşyan etik anlayışının adam öldürmesine engel olduğunu söyleyince, şefinin onu ikna eden argümanları ve sonra gelişen olaylar bence tartışmayı gerektiriyor. Şefi Manuşyan’a, yoldaşlarının öldürülmesini, Yahudilere Nazilerin uyguladığı zulmü kısacası içinde bulundukları rejimin vahşetini hatırlatmıyor. Manuşyan’a ailesinin Türkler tarafından nasıl öldürüldüğünü hatırlatıyor. İdeolojik herhangi bir tartışma da olmuyor. Manuşyan ilk eyleminde bir manga Alman askerinin üzerine bir el bombası atıyor. Ve bombayı atarken abisinin görüntüsü perdeye geliyor. Yani faşist Alman askerlerinin öldürülmesi Türklerden alınan bir kişisel intikam eylemi haline geliyor. Burada sosyalizm ideali, Nazizme duyulan nefret değil ön planda olan. Daha sonra Manuşyan karısı Melinee’ye “eskiden intikam almayı yanlış bulduğunu ama artık bundan emin olmadığını” söylüyor. İntikam almayı ben de yanlış buluyorum ama buradaki intikam iyice neden-sonuç ilişkisinden kopmuş durumda. Türklerden intikam için Alman askeri öldürmek? Ayrıca, bu adamın ideolojisine ne oldu?
SEN YAHUDİ DEĞİLSİN
Manuşyan ilerde bir sahnede Marcel Rayman’la tartışırken de aynı motif ortaya çıkıyor. Rayman “sen Yahudi değilsin ki” deyince Manuşyan ailesinin Türkler tarafından öldürüldüğünü hatırlatıyor, komünist olduğunu hatırlatmak yerine. Yine başka bir sahnede Hitler’in meşhur sözünü hatırlatıyor “Ermenileri bugün kim hatırlıyor?”.
“Suç Ordusu” bir komünistin direniş  öyküsünün yönünü, milliyetçi bir intikam öyküsüne doğru  kıvırıyor. Etnik kimlikler ideolojiyi eziyor. Üst düzey direnişçiler (Manuşyan ve hücresini yönlendirenler) son derece itici ve duyarsız tipler. Bunun gerçek hayatta böyle olmuş olması tabii ki çok mümkün. Kendi siyasal tarihimizde de böylelerini çokça görmedik mi? Ama film ideolojik bir tartışmaya girmekten kaçınıyor. Mahallenin dürüst, heyecanlı, kanı kaynayan delikanlıları şeflerinin ihanetine uğruyor nihayetinde. Bu noktada yeniden etnik kimliğe rücu ediyoruz. İdeologlara veya ideolojiye inanmak için fazla bir neden yok ama intikam için yeterince neden var filmde.
Ve son soru: Tarihte Türklerin Almanlarla birlikte anılmasına hazır mısınız?