Yazıyoruz, yazdıkça ışıldayan parmaklarımızı tek tek duyarak. Baş parmağımızdır, yakındır bileğimize, bükülmez. Sizinkine barut kokusu sinmiş, paranın kiri, kan

İyi insanlar, güzel atlar, beyaz toroslar

ONUR BEHRAMOĞLU - @onurbehramoglu

Yaşar Kemal’in ‘Demirciler Çarşısı Cinayeti’nin giriş cümlesi -“O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler, çekip gittiler”- yedi sayfanın sonunda şöyle tamamlanan ağıt-şiirdir: “Bindiler de çektiler gittiler, o iyi insanlar, o dünya güzeli atlara… O yiğitler, o her birisi kaplan örneği şahinler, o ceren gibi atlara bindiler de başlarını aldılar gittiler. Bir daha, bir daha hiç gelmeyecekler. Hiç, hiç, hiç! Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”

Şimdi yine ‘Beyaz Toros’tan söz ediyor birileri. “Katil değil, seri katildir” dediğimizde öfkeden köpüren sahipleri, devletin…yiğitlikten, güzel atlardan, ceren atlardan habersiz sahipleri…parmak sallıyor, tehdit ediyorlar. Beyaz Toros marka arabalara bindirip yok ettikleri güzelim insanlarımızdan, bizi de öyle yok edebileceklerinden söz ediyorlar sırıtarak, hayasızca! Oysa düş görenleriz biz, darağacında bile düşlerini yüksek sesle haykıranların soyundan: “Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm!” Onların düşleri yok, tonlarca ağırlıkla üzerlerine çöken karabasanları var. Çürüyüp kokuşan, gençken ihtiyarlayan düş görebilir mi hiç?

“Her bir atlar ki tüyleri yıldır yıldır. Her birisi sürmeli gözlü ceren gibi. Tıpkı.” Sözcüğü tıp diye yazıp noktayı koyarak onu şiir kılacak bir Yaşar Kemal’i yok ki onların, nerden bilsinler bizim büyük cesaretimizi? “Bir zamanlar Çukurovada, eski, çok eski zamanlarda ceren avlamak günah sayılır, hiç kimse bir cerenin tüyüne bile dokunmazmış.” Ceren avcıları, yırtıcılar, kaypaklar nerden bilsin eski zamanları, merhameti, sevgiyi? “Halkı silahlanmaya çağıranların kafalarını beyaz torosların kapılarına vura vura almadan terör bitmez” buyuran düzen yardakçıları nerden bilsin? “Geceye, yağmurun içine bir hoş belli belirsiz kuşlar düştüler” dediğinde Yaşar Kemal, bir hoş belli belirsiz kuş olup düştüğünde Musa Anter, “Bırak ölürse ölsün, en iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyenler nerden bilsin insanlığı, insan kalbini, sıcacık, can gibi...

Çocuklarının paramparça cesetlerini yollardan topluyor ana babalar, küçücük ölülerini buzlukta bekletiyorlar. “Uzundu, usuldu boyu. Gözleri kudretten sürmeliydi” dediğidir Yaşar Kemal’in, “İnsanın bir elini candan tutuşu, bir kardeş deyişi vardı ki dünyanın tekmil sevgisi bu adamın yüreğinde cem olmuş sanırdın” dediğidir; işte öyle çocukların sokak ortasında kurşunlandığı, zırhlı araç arkasına bağlanıp sürüklendiği ülkede bilgisayar klavyesinin tuşlarını kırmak istercesine yazıyoruz biz artık, ölmek istercesine yazıyoruz. Ahdettik, kavlimizdir, yazıyoruz.

Yazıyoruz, yazdıkça ışıldayan parmaklarımızı tek tek duyarak. Baş parmağımızdır, yakındır bileğimize, bükülmez. Sizinkine barut kokusu sinmiş, paranın kiri, kan. Şehadet parmağımız tanıklık eder yaşananlara, işaret eder zalimi, itiraz parmağımızdır. Siz onu hadsizce sallamak için kullanırsınız; kitaba, kadına, bir çocuğun en masum haylazlığına. Kalemi çok bastırmaktan şişer, öyle biliriz kalbimize tek bir sinirle bağlanan orta parmağımızı, iyi biliriz. Sizde sadece araçtır bastırılmış nefretinize. Öksüz parmağımızdır, bize en çok benzeyen, her zaman biraz dargın; yüzük parmağı dersiniz siz, yalandan sözleriniz, yalan aşklarınızın parmağına. Serçe parmaktır, sırça parmak, uçup gidecek gibidir pııır diye, kırılıp düşecek gibi. En kolay kıracağınız parmağımızdır, işkencelerde.

İnsanı yürekli yapan nedir? Düşüncesidir, koşullardır, bir de adını koyamadığımız bir şeyler. Bizde hepsi var; dağlardan boşanan sel uğultusuyuz biz, doludizgin geçtiği yerlerde sütbeyaz izler bırakan rüzgâr kanatlı atlılar. “Fransa, bir zamanlar bir ülkenin adıydı. Dikkatli olalım da, bir ruh hastalığının adı olmasın” yazmıştı Sartre; Türkiye, bir ruh hastalığının adı olmasın diye direnen, diklenen, çarpışanlarız biz! Karşı koyanı yoksa Tanrı bile eksiktir, karşı koyanlarız; kararlı direnişin başkaldırıdan da önemli olduğunu bilen Gorki’nin ‘Ana’sı, Aytmatov’un ‘Cemile’si, İnce Memed, Kuyucaklı Yusuf’uz.

Yüzde yüz reddedileceğini bildiği zaman bile gerçeğin sesini çınlatmayı başarı sayan Robespierre’iz biz; madencilerin, işçi mahallelerinin saflarında dövüşüp sizin gibileri itham eden Zola. Yüzünü görmediğiniz Subcomandante Marcos’us biz; görünce korktuğunuz Marx, Guevara, Rosa!..

Açık bir el ve beş parmağız, gerektiğinde yumruk olan!

Siz kimsiniz, “Şimdi müzelerde yerleri belli / eski beyler, yeni beyler, bey eskileri”, siz kimsiniz biliyor, tükürürcesine haykırıyoruz suratlarınıza:

Kana bulanmış beyaz Toros’sunuz, ülkeyi rüsva eyleyenlersiniz siz; cadı kazanları kaynatıp aydın avcılığı yapan, kitap yakan, cana kıyan! Irkçısınız, din istismarcısısınız, irinli çıban! Normalsiniz, normlara uygun karanlık adamlarsınız, kadından korkansınız; akbaba, çakal ve sırtlan!

Demirin tuncu, insanın piçisiniz… baktıkça hepimizi utandıran!..