Geçen hafta bu köşede yayımlanan yazı epey bir gürültü çıkarttı. Milliyet gazetesinin yanı sıra Medyatava gibi haber siteleri de olayı “Yine birbirlerine girdiler” başlığıyla duyurdular....

Geçen hafta bu köşede yayımlanan yazı epey bir gürültü çıkarttı. Milliyet gazetesinin yanı sıra Medyatava gibi haber siteleri de olayı “Yine birbirlerine girdiler” başlığıyla duyurdular.

Aslında ortada yeni gelişen bir durum yok. Uzunca bir süredir hemen hemen her yazımda, geçen hafta adını zikrettiklerimizin temsil ettiği zihniyetin eleştirisini yapıyorum.

Bildiğiniz üzere Önder Aytaç ve Emre Uslu ikilisi Taraf’ın iç güvenlik ve polis konuları üzerine yoğunlaşan yazarları. Gazetelerinde bu alan onlardan soruluyor.

İşlerini de layıkıyla yapıyorlar hani. Asker karşısında demokrasinin teminatı saydıkları ‘sivil güçlerin fedaisi polis’i, parlatma misyonlarını, alışılagelen üsluptan çok farklı bir biçimde yürütüyorlar örneğin. Demokrasiye taraftar hiç kimsenin karşı çıkmayacağı sorunları dillendirirken, bu sorunların yegâne sorumlusu olarak orduyu işaret ediyorlar. Hal böyle olunca da orducu ya da darbeci yaftasını yemekten çekinenler, polisin lehine olan bu çifte standarda karşı çıkmaya cesaret edemiyor.

Siyasal iktidarın sorumluluklarını da vurgu yaparak ‘Ne darbe ne şeriat’ diyenlerin karşısına ‘Ne darbe ne darbe’ dayatmasıyla çıkmanın, aşkın bir tavırla her başarısızlığı ve sorunu ABD’ye ya da AB’ye bağlamaktan hiçbir farkı yok. Her iki tutum da sekter,  gerçeklikten kopuk ve son derece pragmatist.

Siyasal İslamcıların ve kimi marjinal sol grupların da muzdarip olduğu, siyasilerin ve diğer sivil bürokratların günahlarını es geçen bu indirgemeci yaklaşımın popülerleşmesi de zor olmuyor elbette.

Mübalağasız, yazarlarımızın bugüne değin yazdıklarını, her satırlarında sözünü ettiğim çifte standartın izlerine rastlamak mümkün.

Örneğin, Jandarma Genel Komutanlığı’nın demokratik teamüller içerisinde, istihbarat toplama ve yetki alanının daraltılması konusunda fikrini beyana etmesini ‘askerin gizli emellerine ulaşmak için faaliyeti’ olarak lanse etmekten geri durmuyorlar.

(2803 sayılı ‘Jandarma Teşkilat Görev ve Yetkileri Kanunu’na dair) “Burada ‘suç işlenmesini önlemek için gerekli tedbirleri almak ve uygulamak’ nedir? Örneğin Güneydoğu’da köylülerin PKK’lilere yardım etmesini önlemek için onlara dışkı yedirmek bir tedbir midir?.. Köy boşatmak, ev yakmak, PKK’lilerin gizlendiğini düşündüğünüz ormanları yakmak birer önleyici tedbir midir?.. Yine fişleme görevi bu görevlerin içinde mi? Jandarmanın görev ve yetkilerinin polise devredilmesi halinde bu sorunların yaşanmayacağına dair bir savları var.” (27.10.2008/ Taraf)

Polis karşısında ise son derece hoşgörülü hatta körler:

“Ama unutmayın, artık ne Yeşil, ne Ergenekon, ne de devlet adınaymış gibi yapılarak kesesini dolduran şerefsiz insanlar yok. Ya da olanlar varsa, çok çabuk devletin polisi ve adli sistemi tarafından yakalanıyor. Yeri geldiği için söylemekte yarar var; son sekiz yıldır Hablemitoğlu cinayeti hariç, Türkiye de bir tek bile faili meçhul cinayet yoktur.” (11.10.2008/ Taraf)

Bugün ülkede demokrasi hâkimse hiç kuşkunuz olmasın onların ve ‘entelektüel polis’ / ‘bilgi toplumu polis’i olan güvenlikçilerin bu çorbada hiç de azımsanmayacak bir biçimde tuzu var, emeği var, alın teri var. (20.04.2008/ Taraf)

Sanırsınız Parlamentonun kapısına dayanan göstericilere kötü söz söylemekten geri duran Yunanistan polisinden bahsediyorlar.

Dikkat ederseniz talepleri bizler gibi,  jandarmanın daha demokratik bir yapıya kavuşturulması değil, yetkilerinin en an az jandarma kadar sorunlu polise devredilmesi. Sanki bahsettikleri kurum sütten çıkma ak kaşık. Fişleme, kötü muamele ve işkence yapmakla eleştirdikleri jandarma karşısında sicilleri çok temiz.

Ancak altını bir kere daha çiziyorum. Amacım elbette ki askerin ya da jandarmanın hukuksuzluklarını savunmak değil.  Polis ve askeri bürokrasi arasındaki iktidar mücadelesinde taraf olmanın, demokratlığın alâmetifarikası olduğuna dair dayatmanın siyasal İslamcı mücadelenin bir ayağı olduğunu dillendiriyorum o kadar.

Ve doğal olarak soruyorum.  Polisin bekasından ve askerin eleştirilmesinden sorumlu yazarlarımız mesela Festus Okey olayından, mesela Engin Çeber cinayetinden ya da bırakın bu zor konuları, Taraf’ta yazmaya başladıkları günden bu yana polisin sorumlu olduğu herhangi bir suçtan hiç bahsetmişler midir? Haftada iki üç yazı yazan yazarlarımız, 29.04.2008 ile 22.05.2008 arasında, polisin 1 Mayıs’taki teröründen bahsedemeyecekleri için mi izne ayrılmışlardır? Anlaşılan o ki, iyi polis kötü polis misali, nasılsa gazeteleri haber aralarında polise sitem eder, büyülenmiş taraftarlarını küstürmez, durumu kurtarır diye düşünüyorlar herhalde.

 Devam edeceğim.

 

***

MEDYAZADE

Yahu nedir benim yukarıdakinden çektiğim. Yukarıdaki derken, sümme haşa Allah’ı kastetmiyorum elbette, bu sözde yazar bozuntusundan söz ediyorum. Bunca yıllık meslek hayatımın en zor günlerini yaşıyorum onun yüzünden. Neden mi? Arz edeyim.

Bu adamla aynı köşede yazıyoruz diye, bazı okurlar beni de onun gibi anarşik zannediyorlar herhalde. Mesela geçen gün Cebeci Kampüsünde şahit olduğum özel güvenlikçi teröründen söz etmiş ve ‘Polis üniversiteden defol’ diyen talebelere, ‘Gelen gideni aratır’ diye seslenmiştim.  Bazı okurlar ‘Siz ne biçim solcunuz? Biz bugüne değin polisten neler çektik. Nasıl böyle şeyler yazarsınız?’ diye yakınmışlar. Geçenlerde, bir internet sitesinde yazan biri de benim AK Partimizin yeni anayasa girişimini destekleyen yazımı yukarıdakine mal etmiş. Bakın ne diyor:  “Ama hâlâ aklı başında solcular kaldığını da görebiliyoruz bu tozun dumanın içinde. Bir nevi ‘Solcuların Milli Gazetesi’ olan BirGün’de köşe yazısı yazan Melih Altınok solcuların neden yeni anayasayı istemediklerine değinerek aşağıdaki satırları yazmış…”

Yahu arkadaşlar ben Medyazade. Benim üzerimden prim yaptırmayın şu adama. Taklitlerim de ısrarla kaçının.

 

***

...Diyor Ki: “Herkesin “bakabileceği kadar çocuk” yapması gerekiyorsa, Sabancı’ların veya Koç’ların ya da Şahenk’lerin veya Eczacıbaşı’ların “en az 150-200 çocuk” yapmaları gerekmez miydi?..” Hasan Karakaya/Vakit.

Kanlı kalem Karakaya çoğalalım propagandasının mantığına yeni bir boyut getiriyor.