Geride tek bir umut kırıntısı bile bırakmamaya yemin etmişken bir kadının tek başına örgütlediği dayanışma ve direniş, dünyanın yeniden nefes almasını sağlıyor.

Jose Saramago’nun kaleminden müzikli buluşmalara: Dört kitaba, dört müzik albümü

TANER TURNA

Başlangıç noktasındayım. Amaç ne arkama bakmadan kaçmak ne de şansımı yolda aramak. Güneşin gölgesi gövdesinden daha büyük ağaçlara vurduğu saatlerde aklıma fikirler gelip gidiyor. Uzaklaşmak diye bir şey yok. Başlamak ve başa dönmek var. Arada olan biten bana, sana ya da kim isterse ona kalmış. Ama bazıları var ki içinde tutamamış, paylaşmış. İyi ki… Bundan 95 yıl önce Portekiz’in Azinhaga kasabasında dedesinin bir incir ağacının gölgesinde uyuya kalmadan önce anlattığı hikâyeleri unutmamak için sürekli içinden tekrarlayan ve kendince yeni detaylar ekleyen Jose Saramago, belli ki hep biriktirmiş. O gün için hazırlık yapmış. Şimdi elimde Nobel ödüllü yazarın dört farklı kitabı var. 28. yaşımın ortasından kendine manzaralı bir yer ayırmış. Gözlemlemeye devam ediyor. Ona verecek bir hesabım yok. Sadece kaleminden çıkanları çantama koyup müzikli diyarlarda dolaşmak istiyorum. Evet, Saramago’nun “Körlük”, “Çatıdaki Pencere”, “Ressamın Günlüğü” ve “Filin Yolculuğu” kitapları karşımda. Peki, kulağımda kimin albümü çalıyor?

“Ressamın Günlüğü” & Nick Cave – “Let Love In”
Saramago’nun ilk romanı “Ressamın Günlüğü” değil ama raflarda ilk yerini alan o. Tuvale, tanınmış işadamlarının yüzlerinden önce sınırlarını çizen bir portre ressamının kendi ağzından anlatılan bir hayat. Ayda yılda bir başına oturduğu masasının üstünde Leonardo Da Vinci’nin notlarından çıkardığı “Vücudunun en çirkin yerine iyi bak ressam, çalışmalarını o kısım üzerinde yoğunlaştır ki kendini düzeltebilesin, zira sen kaba olursan çizgilerin de kabalaşacak ve ruhsuz olacaktır; işte böyle, iyisiyle kötüsüyle sende olan her şey bir biçimde figürlerine yansıyacaktır” rehber cümleler var. Ressam, önce kapağı açık unutulmuş boya kutularının arasından geçiyor. Ardından parçası olmadığı ilişkilerin kapıyı ardından kapatıp sokağa çıkış seslerini dinliyor. Dönemin Portekiz topraklarının başındaki Salazar’ın dilediğinde şimşek çaktıran kara bulutları arasında iyiliğin peşine düşüyor. Hesapsız yaşamın ona hediyesi de aşk oluyor.
Ressamın günlüğünden bir söz yazarının kara kaplı defterine… Sayfaları çevirdikçe Nick Cave’in yüzü daha da belirginleşiyor. İki karakter de yıldızlara değil, ufka bakıyor. Amaç bir yere varmak değil. Yolda olma hali seviliyor. Biri portre çizmek istemiyor, diğeri de Lou Reed, David Bowie ve Alice Cooper gibi yıldızların şarkılarını cover’lama derdinde değil. İkisi de kendileriyle barış anlaşması imzalamadan sonraki aşamaya geçemeyeceğini er ya da geç öğreniyor. Nick Cave için geri kalan hikâyeyi biliyoruz. Ruhunu karanlıkla tütsüleyen bir adam, sevgiyle mucizeler yaratıyor ve hayatta kalmaya devam ediyor. Peki, kulağımda ne çalıyor? Nick Cave’in beddua etmek ile yardıma koşmayı, çirkinlik ile güzelliği, acımasız olmakla nezaketi mükemmel bir dengede müziğine ve sözlerine yansıttığı 1994 çıkışlı “Let Love In” albümü…

“Filin Yolculuğu” & Gil Scott-Heron - “Small Talk at 125th and Lenox”
Saramago’nun yazdığı son roman olan “Filin Yolculuğu” ile asırlar öncesine taşınalım. 15. yüzyılda Portekiz kralının masraflarından kurtulmak için Roma-Germen İmparatoru olan kuzenine hediye ettiği Süleyman isimli filin yolculuğuna tanıklık ediyoruz. Saramago, ince mizahını Subhro isimli bir fil terbiyecisinin dudaklarına yerleştirip günümüze selam gönderen metaforlarla dolu bir hikâyenin içinden sesleniyor. İsteği, Kıta Avrupası’nın en batısındaki Lizbon’dan Viyana’ya doğru yol alırken insanlara ve yarattıkları tüm değerlere yukarıdan yani Süleyman’ın sırtından bakmamız. Saramago, sıra dışı olayların içinden politika, din ve militan düzeni zamansız meseleler haline getiriyor. Soran olursa, buradan bir devrimci geçti dersiniz.
Söz konusu büyük laflar olunca müzik sahnesinde yüreği heyecanla atan pek çok sanatçı bulmak mümkün. Eğer bir devrimin bedensiz parçası, hatta öncüsü olacaksınız çok daha fazlası gerekir. Varolanın ötesine geçmek, daha derinden ilerlemek şarttır. Bu yüzden “Kendimi şair, besteci ve müzisyen olarak görmüyorum. Bunlar sadece hassas insanların barış ve kurtuluşa yol açabileceklerini düşündükleri bir güzellik veya gerçeği ortaya çıkarmak için kullandıkları araçlardır” diyen Gil Scott-Heron, başka bir yerden sesleniyor. Yarım asır önce yayımlanan “Small Talk at 125th and Lenox”, ‘zamansız meselelerin’ yüzüne sessizce çığlık atan bir albüm. Açılış şarkısı “The Revolution Will Not Be Televised”. Şairene bir zekânın dünyanın merkezine başlattığı eşitlik yürüyüşü…

“Körlük” & Patti Smith - “Horses”
Saramago, “Körlük” romanı ile toplumsal yaşamın içindeki saklı canavarı tüm çıplaklığıyla okuyucularına gösteriyor. Ansızın gelen vahşet, incelikle beslenen sarsıcı gerçekliklerle tasmasını koparıp koşmaya başlıyor. Geride tek bir umut kırıntısı bile bırakmamaya yemin etmişken bir kadının tek başına örgütlediği dayanışma ve direniş, dünyanın yeniden nefes almasını sağlıyor. Topluluk içinde kaybolan, yokluk içinde var olan değerler, Saramago’nun zamandan kopardığı gerilimle derinin altına işliyor. Bir kadının ‘gözlerine’ saklanıp olan biten her şeye tanık olmak ister misiniz? Önden buyurun.
O, kimine göre punk’ın vaftiz annesi, kimine göre punk rock’ın kraliçesi. Önemi yok. Patti Smith, şarkılarını her zaman dünyanın ‘ötekiler’ olarak damgaladığı ve yok olmaya terk ettiği insanlar için söyledi. Gözlerinde taşıdığı iyilik ve hep taze tuttuğu umudu ile nefes aldığı döneme altın çağını yaşatmak istiyor. Bu yüzden, yıllardır konserlerini tek yumruğunu havada “People Have the Power” şarkısını söyleyerek bitiriyor. İnsanları sadece mücadeleye çağırmakla kalmayıp en ön sırada saf tutan Patti Smith’in 1975 çıkışlı ilk albümü “Horses”ı, ateşi yaktığı için izninizle sahneye alıyorum.

“Çatıdaki Pencere” & Africa Express - “EGOLI”“
Ölmek, varolmuş olmak ve artık olmamaktır” sözleri Saramago’ya ait. O artık aramızda değil. Yazdığı ilk roman olmasına rağmen Saramago’nun ölümünden sonra yayımlanan “Çatıdaki Pencere”, yazarın dünyasına giriş kapısı niteliğinde. Üstünden yıllar geçmesine rağmen halen taze ve aydınlık kalmayı başaran bu kitap, tek bir binada farklı dairelerdeki yaşamları merkezine alıyor. “Hayat, küçük intikamların zevki uğruna daha beter edilemeyecek kadar zordu” diyen Saramago, bir grup insanı ortak kaderle mühürleyip okuyucuları sosyolojik bir sergiye davet ediyor. Gitmemek, görmemek mümkün değil…
Africa Express, Afrika, Orta Doğu ve Batı ülkelerindeki müzisyenler arasındaki kültürler arası işbirlikleri kolaylaştıran İngiltere merkezli bir proje. Kıtalar arası köprüleri inşa eden isim ise Damon Albarn. Amaç, farklı coğrafyalarda ‘ortak kaderi’ yaşayan sanatçıları, dünya müziği etiketinden çıkartıp sonsuz çeşitliği sağlamak. Projenin geçtiğimiz temmuz ayında yayımlanan ve 28 ismi 18 şarkıda buluşturan “EGOLI” albümü, tam bir cümbüş. Hayat da öyle değil mi zaten?

Yazıda adı geçen albümleri dinlemek için ilgili paragraflardaki
QR kodlarını okutabilirsiniz.