Yazar Seray Şahiner’in ‘Hepyek’ adını verdiği öykü kitabı Everest etiketiyle raflardaki yerini aldı. Şahiner, öykülerinde çoğu zaman yaşamdaki ‘görünmez’ karakterlerin bilinmeyen yüzleri ya da merhametin ve sevginin, hayal kurmanın sıkı bir dilini kullanıyor. Şahiner’le 8 Mart haftasında hem Hepyek öykülerini hem de öykülerden hareketle kadın mücadelesini konuştuk. • Öykü mü, roman mı diye sorarak başlamak […]

Kadın mücadelesine ses vermekle mükellefiz

Yazar Seray Şahiner’in ‘Hepyek’ adını verdiği öykü kitabı Everest etiketiyle raflardaki yerini aldı. Şahiner, öykülerinde çoğu zaman yaşamdaki ‘görünmez’ karakterlerin bilinmeyen yüzleri ya da merhametin ve sevginin, hayal kurmanın sıkı bir dilini kullanıyor. Şahiner’le 8 Mart haftasında hem Hepyek öykülerini hem de öykülerden hareketle kadın mücadelesini konuştuk.

• Öykü mü, roman mı diye sorarak başlamak isterim. Sizinle daha sıkı bağlara sahip olan hangisi?

“Konu türüyle gelir” demişti rahmetli Hulki Aktunç, bu meselede ustama katılıyorum. Tema yazılmasının en doğru olduğu türü belirliyor. Okur olarak, daha yoğun bir anlatım tarzı olmasından dolayı öykü okumayı daha çok seviyorum.

• Bütün öyküleri okurken ayrı ayrı sinema filmlerinden kısımlar izliyormuşum hissine kapıldım. Anlatımda görselliği çok iyi başardığınızı düşünenlerdenim. Buna katılır mısınız? Bu tespiti nasıl yorumlarsınız?

Sinemayla övülmek büyük taltif. Zira biz izlediğimiz filmlerin kahramanı olmak isteyen çocuklardık. Bu manada hâlâ da çok büyümemiş olmaktan memnunum. Hepyek’te uzun tasvirlerden ziyade, sinemasal bir anlatı için çaba sarf ettim. Bazen bir kamera gibi yakın plan gösterip, sonra kadrajı genişleterek bütünü vermeyi denedim. Sinemanın benim için şöyle de bir yönü var: İkon kavramıyla hep tartışmakla birlikte sinemanın sunduğu dünyayı çok önemsiyorum. Bence önemli olan izlerken neye odaklandığınız. Selvi Boylum Al Yazmalım’ı izlerken hiç birimiz Türkan Şoray’ın eşsiz güzellikteki kirpiklerindeki rimelin markasını düşünmüyoruz. “Sevgi neydi?” Sorusunun ardına takılıyoruz. Artık sistem biraz reklam yerleştirmeye dönmüş olsa da… Zamanında öykündüğümüz film kahramanlarıyla bir nevi arkadaşız hâlâ. Hepyek’te korktukları anlarda kendilerini sevdikleri bir filmin kahramanıyla özdeşleştirerek cesaret toplamaya çalışanları da anlattım; sinemadan anlık hayaller edinenleri de… Elinde kâğıda sarılı yiyecek varken outlet giyim mağazası vitrinine baksa dahi kendini ‘Tiffany’de Kahvaltı’ filminde mücevherat vitrinine bakan Holly Golightly sananları mesela. Kaybederlerse de, olsun be, kaybetmek sinematografik diye düşünen, bir hayatın kaybedeni olarak bir filmin kahramanı olma ihtimalinden teselli bulanları…

• Gündelik hayatta ‘görünmez’ karakterleri var etmişsiniz. Edebiyatınızın meselelerinden birisi de bu mudur?

Filmlerde başrolün arkasında figürasyon olur hani; bir barda, kafede arka masalarda oturup fonda birbirleriyle bir şeyler konuşuyorlar, seslerini duymuyoruz. Onlara denmiş ki “siz şimdi bir şeyler konuşun.” Film izlerken hep, o figüranların kendi aralarında ne konuştuğunu merak ederim. Hepyek biraz ‘duymadığımız masalarda ne konuşuluyor’un cevabını arayan bir kitap.

MİZAH, AKIL YÜRÜTMENİN BİR YOLU

• Bu kitapta metinlerde mizaha da tutunan bir dalınız var. Sık sık güldüm öyküler esnasında. Mizahla nasıl bir ilişki kuruyorsunuz öykülerinizde?

“Ağlayanın bir, gülenin bin derdi var” demişler. Bir durumu mizaha ele almak, oradaki sıkıntıyı çözmek için akıl yürütmenin bir yolu. Mizah, içinde bulunduğu duruma muhaliftir. Bir derdin üzerine mizahla giderken o derde kafa tutuyoruz aslında. Bir de bu, içinde bulundukları zor durumlardan küçük oyunlar kurarak kurtulan karakterleri anlattığım bir kitap; an’ı kurtarmak için, durumu kurtarmak, kimi zaman hayatlarını kurtarmak için… İnsan kriz anlarında daha kıvrak zekâlı oluyor, karakterlerimin zor anlarından yola çıkarak en yaratıcı oldukları hâllerine odaklandım. Bu durumlardaki yaratıcılık mizahı da beraberinde getiriyor.

• Yemek artıklarından müşteri profili yaratan bulaşıkçı; karnını doyurmak için cenaze dolaşan yetimhane çocukları; yanı başımızda duruyormuşçasına yer alan babaanne… Her karakterin nevi şahsına münhasır bir yanı var. Bu karakterleri yazarken neler ilham oldu size?

Dün sabah, Cihangir Camii’nin avlusundan geçerken şadırvanın önündeki taburenin yanında, yere oturmuş tabureye kitabını koymuş ev ödevlerini yapan bir çocuk gördüm. Onun çalışma masası… Yoluma devam edemedim. Bir süre durup baktım. Dışardan hakkında ne düşünüldüğü umurunda değil, işin içinde bir gösteri yok, mekânı, atmosferi alışılagelmişin dışında kullanıyor ve bunu büyük bir doğallıkla yapıyor. Evinin bir odasında gibi. Hayatı bu doğallıkla evrilten insanlara hayranlık duyuyorum. Fotoğrafın içinde bir sıra dışılık var ama kahramanın ilgi çekme kaygısı yok. Bunca telaş, hız, acele içinde bu anları görüp durakladığımda bir öykü başlamış oluyor aslında. Yazsam da yazmasam da…

• Öte yandan her öyküde bir iletişim aracını görüyoruz. Edebiyatımızın bu zamanı takip etmesi isteyerek ve bilerek yaptığınız bir şey mi?

İletişim bilimleri ve biçimleri en başından beri mesele edindiğim bir konu. Önceki kitaplarımda da kitle iletişim araçları ve mesajlarının gündelik hayatta nasıl yankılandığı üzerinde çalışmıştım. Hepyek’in çatısını iletişim araçları üzerine kurmayı özellikle tercih ettim. Bir mesajın geldiği mecra o mesajın içeriğini ve alımlanmasını nasıl belirliyor sorusu üzerinde durdum. Sadece endüstrileşmiş iletişimden bahsetmiyorum. En özgün iletişim aracı olduğunu düşündüğüm kendimizle iletişim aracımız olan rüyalara kitle iletişim araçlarının nasıl yön verir hâle geldiği üzerine bir öykü de var Hepyek’te… An’ı yaşamaktan feragat edip, sosyal medyada paylaşmak istediği fotoğraf karelerine göre günü kurgulayan; hayatı, bulyon misali, donmuş kareler hâlinde istifleyip ilerde kullanılmak üzere anılar yaratanlar da…

• Romanlarınızda da öykülerinizde de hayallerini yaşayan karakterler var. Ama bir yandan da sonuna kadar kırık hayalleri de var bu insanların. Kırılmış hayallere sahip olmak mı, gerçekleştirilmiş hayallere sahip olmak mı daha sahici?

Asıl mesele, hayal kurmakta inat etmek. Gerçekleşse de gerçekleşmese de… Anlattıklarım, çoğu zaman sistem tarafından sıkıştırılmış; bir biçimde, elinizdekine razı olun fazlasını isterseniz peşin fiyatına 12 taksit denmiş insanlar. Orada, kadermişçesine sunulan şartları zorlamanın ilk adımı hayal kurmak.

• Kitaba ismini veren öyküye gelirsek, ‘Hepyek’ sanki geçmişimize, geçmişimizden yitirdiklerimize bir isyan gibi. Öte yandan da gelecek için bir umut. Neden ‘korkmazlardı’ o güzel insanlar?

Hepyek, hayatta kalma bilgisiyle donanmış, karşılaştıkları zor durumlarla bir ufak manevrayla baş etmenin yoluna bakan, derdi muhabbete çevirmeyi şiar edinmiş insanlara dair bir öykü. Sırf bir çocuğu şaşırtmak için hikâyeyi süsleyenler… Karşısındakine moral olsun diye yenilenler… Başlarına gelen zor durumları “ilerde gülerek anlatıcaz bunları” diye yorumlayıp yanındakine moral vermeye çalışanlar var bu öyküde. Yoksulluğunu gelir kapısı, yenikliğini peşinat, haklılığını koz olarak kullanmayanlar… Aynı sokaklardan geçiyorlar, tanışmasalar da birbirlerini gördüklerinde bilinmeyenle karşılaşmanın tedirginliğini yaşamıyorlar. Birbirinin hamurunu bilmenin getirdiği hemşerilik gibi bir duygu…

‘CADDELER TOPLUMUNKONUTUDUR’

• Kul romanınız Orhan Kemal Roman Armağanı’na değer görüldüğünde seçici kurul, kente ve kentsel dönüşüme dair sahip olduğunuz duyarlılığı vurgulamıştı. Sokaklarımız günden güne değişirken edebiyatınız bundan nasıl etkileniyor?

“Caddeler toplumun konutudur” demiş Benjamin. Hem caddelerden oluşan konutumuza hem bizzat ev olarak kullandığımız konuta, rızamız dışında müdahale edilmesi haneye tecavüz gibi geliyor. Edebiyatta şimdiye dek okuduğumuz, karakterlerin o yapıyla bütünleştiği mekanlar günden güne gasp edilirken, buna yazınsal manada tanıklık etmek “konutumuza” sahip çıkmanın bir yolu.

• Antabus’ta doğrudan bir kadın hikâyesi okumuş ve hatta izlemiştik. Kadın mücadelesinde sanatın gücünü ve konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ses vermekle mükellefiz. Görüp susmak, sistemin; kadına şiddet meselesinde körüklediği sessizliğin içinde yer almayı kabul etmek biraz da. Sokakta, sanatta, mümkün olan her mecrada, konuyu tartışmaya açmaktan yanayım. Edebiyatta, sinemada, tiyatroda konu ettiğinizde, mesele üzerine tartışmak için bir çağrıda bulunmuş oluyorsunuz aslında. Suskunluğun altını oymadıkça sorun ortadan kalkmayacak. İfşa etmek yargılamaktır. En net örneğini 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde yapılan gece yürüyüşlerinde görüyoruz. Coşkuyla, cesaretle, dayanışmayla; dayatılan suskunluğu alaşağı eden kadınlar, öz savunma sonucu yargılanan kadınların üzerine örülen duvarlardan tuğla çekiyor, eve hapsedilmiş kadınların üzerine örtülen kapıları zorluyor…

İNSANLAR SANSÜRLE SUSTURULAMAZ

• Üretemeyenlerin bugün üretileni yasaklamalarına dair yorumunuz nedir? Geleceğimizi ne yönde etkiler?

Meramını dile getirmeye niyetlenmiş insanı sansürle susturmanın bir yolu yok. Kitabı yasaklarsın, fanzin çıkarır. Tiyatrosunu yasaklarsın, meydanlarda oynar.

Sinemada açıkça söylemesini yasaklarsın, şahane bir alegoriyle meseleyi 100 yıl sonra da anlaşılabilecek kadar iyi imler. Kibar Feyzo filmi televizyonda yayınlanırken yıllardır, eşoğleşşek sözü sansürleniyor. Ama filmde, duvarda açıkça “faşo ağa” yazıyor. Sansürleyenler çoğu zaman asıl yerginin nerde olduğunu bile fark etmiyor… İşin bir de yaşamsal özgürlükler boyutu var, televizyonda rakı beyazı göstermek yasak mesela, o yüzden dizilerde bütün karakterler rakıyı sek içiyor! Kentsel dönüşüm sürecinde Sulukule’de büyümüş arkadaşların kurduğu Tahribad- ı İsyan diye bir rap grubu var. Bir şarkılarında diyorlar ki; “Beş senedir önümde semtimin ölüsü” Mahalleleri yıkılırken önünde kurulan paravanın saklayamayacağı kadar açık ve kalıcı bir ifşa…

• Elbette kitap çok taze ama üzerinde çalıştığınız başka bir iş var mı?

Dört beş yıldır üzerinde çalıştığım bir romanım var, yazıp yazıp demlenmeye bırakıyorum. Sanırım önümüzdeki dönemde ona yoğunlaşacağım.