Kadın yoksulluğunun Türkiye’deki satır başları

Sibel KALAYCIOĞLU - Prof. Dr.

Yoksulluk, insanlık tarihinde sürekli olarak varolan ve çözüm aranan bir sorundur. Ne var ki, yoksulluğun yalnızca ekonomik bir sorun olmaması, sosyal ve ahlaki boyutları da olan karmaşık bir sorun olarak ortaya çıkması, zaman içerisinde yoksulluğu ortadan kaldırmak ya da en azından azaltmak için girişilen çabaların da değişik biçimler almasına yol açmaktadır. Genel olarak, bu çabaların yoksulluğun tanımlanma ve anlaşılma biçimi konusundaki farklılıklara göre değişik biçimler aldığı söylenebilir. Yoksulluğun nasıl tanımlanacağına, yoksullukla nasıl mücadele edileceğine ve hangi politikaların uygulanması gerektiğine dair sorulara verilebilecek yanıtlara bağlıdır. Bu anlamda var olan mücadele politikalarında kadın yoksulluğuna verilen önem genel yoksulluğun azaltılmasında kilit unsurlardandır. Nüfusun yarısını oluşturan kadınların refahı ve iyi oluşu toplumun refahını artıracak bir potansiyeldir.

Öte yandan, kadının refahı ve/veya yoksulluğu Türkiye’de çok üzerinde durulmayan bir konu olma özelliğindedir. Bunun bir nedeni kültürel ve siyasi olarak kadını aile yapısı içinde değerlendiren bakış açısıdır. Bir diğer deyişle kadın her konuda aileye bağımlı statüde ele alınarak, yoksulluk veya refahı da aişlenin genel refahı veya yoksulluğuna bağlanmaktadır. Aile yoksul ise kadın da yoksul, aile varsıl ise kadın da varsıldır. Toplumda kadının yoksullukta bile bağımsız bir konuma sahip olmaması kadın yoksulluğunun önemli bir parametresidir. Bu bağımlı statü ile ilişkin olarak kadının eğitimi, okuma yazma oranı da düşük kalmaktadır. O kadar ki bu aileye bağımlılık hali kadının herhangi bir mülkiyet hakkından da yararlanmasını engellemektedir ve kadın nüfus çoğunlukla “mülksüz” bir nüfus olarak da yoksul olmaktadır.

Kadın yoksulluğunun temel parametreleri istihdam, eğitim düzeyi, sosyal yardımlarla ilişkisi, temel özlük hakları ve sorumlulukları ve kadının toplumdaki ekonomik, siyasi ve sosyal konumu çerçevesinde tartışılmaktadır. Türkiye’de kadın eğitim düzeyi TÜİK kadın istatistiklerine göre 2008’de en az bir eğitim düzeyini tamamlayan 25 ve daha yukarı yaştaki kadınların oranı yüzde 72,6 iken 2021’de yüzde 87,3, olmuştur. Kırda yaşayan kadınlarda bu oran daha da düşüktür.

Sibel KALAYCIOĞLU - Prof. Dr.

Kadının yoksulluğunu belirleyen diğer önemli faktör kadın istihdamıdır. Türkiye’de işgücüne katılım oranı hem erkekler hem de kadınlar için yüzde 53,2 katılım oranı ile düşüktür. Türkiye bir yanda erken emeklilik ile emeklillerin nüfusta yüksek oranda olduğu, öte yandan da genç ve bağımlı nüfusun yüksek olduğu bir ülkedir. 15 yaş ve yukarı nüfus içinde 33,1 milyon kadının 10,5 milyonu çalışma yaşamındadır. İşsiz (iş arayan) kadın sayısı 1,4 milyon iken 21,3 milyon kadın işgücüne bile dahil değildir. Türkiye, OECD ve AB ülkeleri içerisinde en düşük kadın işgücüne katılım oranına sahip ülkedir. Türkiye’de işgücüne dahil olmama istatistiklerine göre kadınların işgücüne dahil olmama nedeni yüzde 47,1 ile ev işleri ile meşgul olma olarak belirtilmiştir. 2021 yılında hanesinde 3 yaşın altında çocuğu olan 25-49 yaş grubundaki kadınların istihdam oranı yüzde 26,1 iken erkeklerin istihdam oranı yüzde 89,1 olarak belirlenmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin işgücü piyasasına toplumsal cinsiyet temelli bakıldığında bile bu oran ve rakamlarla istihdam politikalarının da ötesinde kadının yoksulluğu konusunda Türkiye’de kadının sosyolojik yapıdaki konumunun önemi ortaya çıkmaktadır. Kadın gerek eğitim gerek istihdam alanında epey geriden gelmektedir. İşgücüne katılma şansı elde eden kadın ise genellikle düşük ücretli, uzun ve zorlu çalışma saatlerine sahip ve sosyal güvence sağlamayan, sigostasız, gelip geçici işlerde çalışmaktadır.

İşgücü piyasasına katılımın düşük olmasına ve eğitim imkânlarından yararlanmamaya paralel olarak toplumsal cinsiyet rollerinin biçimlendirdiği kadınlar, geleneksel toplumsal cinsiyet rol modeliyle yetiştirilerek, doğurganlık ve bakım işlerine hapsedilmiştir. Bu anlamda, kadına gelir elde etmek için zaman kalmamaktadır. Kadının ne bir geliri ne de yaşlılıkta emeklilik gibi bir sosyal güvencesi olmamakta ve tamamen aileye bağımlı bir nüfus kesimi olarak yaşam sürmektedir. Sosyal güvencesiz yaşam kadını aileye daha da bağımlı kılmak ve yaşlandığında ise yaşlı kadın yoksul olma durumu ile karşılaşmaktadır.

Bunun ötesinde, işgücü piyasasının kadınlara yönelik ayrımcı tutumları da kadın yoksulluğunu artırmaktadır. Kadının, işe yeterince düzenli gelemeyeceği, erkekler kadar verimli çalışamayacağı, erkeğe bile iş yok iken kadının işe girmemesi gerektiği, kadının yapabileceği “kadına uygun” işlerin az olduğu gibi düşünceler, işyerinde kadınla erkeğin birlikte çalışmasının uygun olmadığı, görüşleri ile kadınların istihdama katılması engellenmekte ve insan haklarının önemli unsuru olan bağımsız bir konumda, ekonomik özgürlüğü ile toplumda var olabilmesinin önüne geçmektedir.

Kadın yoksulluğunun bir başka önemli parametresi ise kadının siyasal ve sivil haklarına erişiminin de kısıtlı olmasıdır. Siyasal olarak her bireyin oy verme, seçme seçilme hakkı olsa da kadınların siyasette yer alması için çok büyük engeller vardır. Kadın sözünü, sesini duyuramayan sessiz bir çoğunluk olarak toplumda, ailede yer almakta ve bu anlamda birey olma hakkından da yoksun olmaktadır. Var olan tüm politikalar ve uygulamalar da kadını ailenin bağımlı bireyi olarak ele alıp esas olarak “aileyi koruma” amacını taşımaktadır. Dolaylı olarak kadının yoksulluğu bu anlamda bir de yurttaşlık haklarından kısıtlı olarak yararlanma sonucunu doğurmaktadır.

Amartya Sen’in kuramsal ve kavramsal çerçevesini kullanarak kadın yoksulluğunu anlamaya çalışırsak konu sadece bir gelir azlığı ya da gelir yetersizliği olarak da açıklanamaz. Kadınlar daha çok bir kapasite ve yapabilirlik yetersizliği yaşamaktadırlar. Kadınlar yoksulluğu farklı biçimlerde, farklı zamanlarda ve farklı mekanlarda yaşamaktadırlar. Genel olarak toplumda, kadın ile erkek ve kadınlar arasında var olan yapısal eşitsizlikler kadının yoksulluğu deneyimleme biçimlerini ve göreli yoksulluğu da farklılaştırmaktadır.

Sonuç olarak, toplumda bir yanda gelir ve servet eşitsizliği arttarken, hatta aşırı kutuplaşmış bir “eşitliksizlik krizi” yaşanırken, toplumsal, ekonomik, politik ve çevresel sürdürülebilirlik ciddi tehlikeye girmektedir. Bu ortamda küresel olarak kadın karşıtı politika ve söylemler yükselmekte ve bunun kadının yurttaşlık haklarını koruyabilmesine yönelik tehditler oluşturduğu, kadına yönelik şiddet olgusunun arttığı ve sonuçta kadınların yoksulluğunun daha da görünür hale geldiğini vurgulamak gerekir.