“Tarih kolektif hafızadan çok, unutmakla ilgilidir” diyen Ernest Renan gerçek anlamıyla unutmayı kastetmemişti belki ama nasıl olduysa doğru bir şey yakalamış.

Kairos

Semiha Durak

Her şeyi bir arada tutmak istedikçe dağılıyor. Kendime hatırlatıyorum; zaten her şey de ayrı yazılıyor. Aynı yanlışı tekrarlamamın, her şeyi ısrarla birleşik yazmamın nedeni; eğer arada boşluk bırakmazsam dağılan ne varsa toplanır sanmamdır belki de.

Her şey parçalara dağılıp savrulduğunda ve yönümüzü kaybettiğimizde, yapılacak en akıllıca şey, bakış açımızı değiştirmek ve dikkati başka tarafa çevirmekmiş. Nefese odaklanıp akışa bırakmak son yılların popüler çıkış yollarından. Bazen işe yarıyor; kendi küçük dünyamızı kaplayan sorunlar yumağını bütün bir evren sandığımız anlarda mesela. Ama yönünü kaybeden kendimizden fazlası, bütün bir insanlık olduğunda nereye çevirmeli bakışları? Açıyı hesaplamadan hangi yöne akmalı? Her şeyi bir arada tutmaya yarayan umut, parçacıklar halinde atmosfere dağıldığında, tehlike çanları kulağımızın dibinde çalmaya başladığında, özgürlük anlamını yitirdiğinde, nefese odaklanıp iyimser kalmak zorlaşıyor.

“Özgürlük, sarhoş bir çar tarafından uykuya yatırıldı” diyor Ukraynalı Şair Tara Sevçenko. Umudun doğada bulunacağını söylüyor sonra; “Denizin ne dediğini dinle, dağlara sor.” Belki de şunu kastediyordu; on binlerce yıllık insanlık tarihinin en yakın görgü tanıkları dağlar ve denizler olduğuna göre, umudun nerde ve ne zaman kaybedildiğini de bilebilirler.

1800’lerde, hayatının büyük bölümünü serf olarak yaşamış Tara Sevçenko, serfliğin kaldırıldığını da göremedi, kralsız, savaşsız ve eşitliğe dayalı ilk şehir örneklerinin doğduğu topraklarda, Ukrayna’da, kurulduğunu da öğrenemedi.

Anıtsal ve idari yapılara sahip olmayan Taljanky yerleşmesini, MÖ 4000’lerden başlayarak 800 yıl boyunca iskân eden Ukraynalı Tara’nın ataları, “şehirciliğin kökenlerine dair bütün geleneksel bilgileri altüst ediyor.” Yalnızca şehirciliğin değil, dünya düzenine dair bilinen ne varsa her şeyi...

Anarşist antropolog David Graeber ve arkeolog David Wengrow’un geleneksel tarih anlatısının merkezindeki “eşitsizliğin kökeni” sorusunu araştırmak üzere, 2011 yılında, bir araya gelmesiyle bir şeyler değişmeye başlıyor. Kendi uzmanlık alanlarındaki bilgileri paylaştıkları yazışmaların, bir kitapçıkla son bulacağını hayal ederlerken Taljanky, Uruk, Göbeklitepe, Taosi gibi yerleşmelerdeki yaşam biçimleriyle konu derinleşiyor ve ortaya 600 sayfalık Her şeyin Başlangıcı: İnsanlığın Yeni Tarihi kitabı çıkıyor.

“Tarih kolektif hafızadan çok, unutmakla ilgilidir” diyen Ernest Renan gerçek anlamıyla unutmayı kastetmemişti belki ama (nasıl olduysa) doğru bir şey yakalamış. Çünkü çivisi çıkmış bir dünyada sıkışıp kalmış hissetmemizin, hiçbir şeyin değişmeyeceği düşüncesine sıkı sıkıya sarılmamızın, özgürlüğün ne anlama geldiğini hatırlamıyor oluşumuzun bütün nedeni 18. yüzyıldan bugüne dek aktarılan yanlış tarih anlatımı. Çünkü tarih anlayışımız geleceğe dair tasavvurumuzu da belirliyor.

Graeber ve Wengrow’a göre, yanlış bilgi 1700›lerin ortalarında A.R.J. Turgot adındaki ilahiyat (ve iktisat) öğrencisinin “ilkel ve vahşi” kabile yaşam biçiminin yoksulluktan kaynaklandığını, teknoloji ve ilerleme sayesinde yoksulluğun son bulacağını söylemesiyle başlıyor. “Toplumların avcılık-toplayıcılıktan tarım ve teknoloji ile kentleşmeye evrildiği, başka türlü olmasının da imkânı yoktu” varsayımı, Adam Smith gibi liberallerin de yardımıyla, dönemin entelektüel çevrelerinde kabul gören bir “bilgi” oluyor. Günümüze kadar gelen, hem radikaller hem de liberaller tarafından benimsenecek kadar çekici olan bir teoriye dönüşüyor: Tarım, teknoloji ile oluşan kentler, kalabalıklaşan toplumlar hiyerarşiyi; böyle bir düzenin kaçınılmaz sonucu olarak da önce ilkel, sonra vahşi kapitalizm doğdu.

Graeber ve Wengrow geleneksel tarih anlatısına dönüşen bu sabit fikrin kökenine baktıklarında, karşılarına 1754’te Fransa’da düzenlenen bir yarışma çıkıyor. Eşitsizlik Üzerine Söylem başlıklı makalesiyle yarışmaya katılan Jean Jacque Roussoe, yarışmayı kazanamıyor ama Turgot’un görüşlerini yansıtan makalesini yayımlayarak, bugünkü tarih anlayışımızı belirliyor. Çeşitlilikten yoksun; katı, keskin ve düz bir çizgi halinde ilerleyen bu kültürel evrim modeli, Aydınlanma Çağı’ndan beri kabul görüp yaygınlaşıyor. Yakın zamanda Yuval Noah Harari, ondan önce Francis Fukuyama gibi yazarlar da aslında argümanlarını 1754’ten kalma bu fikir üzerine kuruyorlar. Graeber ve Wengrow’a göre, bütün bu yazarların anlattıkları bilimsel verilere dayanmayan bir varsayımı paylaşıyor: Toplumlar büyüdükçe, karmaşıklaştıkça, zenginleştikçe ve “uygarlaştıkça”, eşitsizlik kaçınılmaz oluyor.

Her şeyin Başlangıcı’nın çıkış noktası «neden bu değişmez kabul edilen modelin, sistemin içinde sıkışıp kaldık» sorusu. Güncel arkeolojik ve antropolojik verileri ve önceki yıllara ait etnografik bilgileri bir araya getirdiklerinde toplumların mutlaka kralları, başkanları ve bürokrasileri olması gerektiğine inanmak için hiçbir neden olmadığını görüyorlar. Çünkü insanlık tarihinde, devlet yapısını andıran toplumsal örgütlenmelerin, mevsimsel değişiklere göre, geçici olarak kurulup dağıtıldığı örnekler de var. İlkel ve aptal olduğu varsayılan bu halklar bugün entelektüel ve politik olduğuna inanan herkesten daha akıllı ve politikler aslında. Tweet atıp söylenmenin ötesine geçemeyen politika anlayışımız, her konuda konsey kurup konuşma alışkanlığı ve istemedikleri her şeyi değiştirme özgürlüğüne sahip eski insan topluluklarıyla karşılaştırınca ne kadar da sığ kalıyor.

Ukrayna’da Taljanky, Mezopotamya’da Uruk ve Göbeklitepe, Çin’de Taosi gibi tarih öncesi yerleşmelerde ve Amerika’daki yerli halk kabilelerinin yaşam biçimleri, başka bir dünyanın gerçekten de mümkün olduğunu gösteriyor. Örneğin Taosi’de, MÖ 2000’lerde yaşayan insanlar kendilerini yönetenlerin ahmaklığına artık yeter diyerek ayaklanıyor ve eşit bir yaşam, yeni bir dünya kuruyorlar.

Bugünün dünyasında sokaklara dökülüp “başka bir dünya mümkün” sloganını haykırma cesaretini gösterenler için bile bu aslında bu bir ütopya; özgürlük soyut bir kavram; gelecek karanlık. Çünkü ulus-devletlere bölünmüş bir dünyada yaşıyoruz, çünkü kapitalizm hayatımızı yönetiyor ve bunu değiştirmenin imkânı yok. İliklerimize kadar inanıyoruz buna. Önceden her şeyin çok farklı olduğunu, özgürlüğün gerçekte ne demek olduğunu unutmuşuz. Çünkü ‘özgürlük (ve insanlar) sarhoş çarlar tarafından uykuya yatırılmış.” Graeber ve Wengrow yüzyıllardır yattığımız uykudan bizi uyandırıp üç temel özgürlüğümüz olduğunu hatırlatıyor; (1) yer değiştirme özgürlüğü, (2) itaat etmeme özgürlüğü (3) toplumu şekillendirebilme özgürlüğü. Böyle tanımlanınca, özgürlük soyut ve sürreal olmaktan çıkıyor; daha gerçek , daha ulaşılabilir görünüyor.

Her Şeyin Başlangıcı, Gordon Childe’in Kendini Yaratan İnsan kitabıyla, 1936’da yakaladığı ruhu geri çağırmaya çalışıyor ve insanlık tarihine bu şekilde yaklaşmak gerektiğinin altını çiziyor. Kendimizi yeniden yaratma olasılığını, hayal bile edemeyecek kadar hapsolduğumuz o keskin kavramsal prangalardan kurtulmanın iyi bir başlangıç olduğuna inandırıyor. İnsanı en başından beri hayal gücü zengin, zeki, hayattan keyif almayı beceren, keşfetmeyi seven bir varlık olarak düşünmemiz gerekiyor.

Kitabın, Yunanca’daki Kairos kavramı ile başlaması bir tesadüf değil. Olayların gelişmeye meyilli olduğu, en uygun zaman anlamına gelen Kairos, Graeber ve Wengrow için “toplumda referans çerçevelerinin değiştiği ve gerçek değişimin hayal edilebildiği ender anlardan biri.” Dünyanın dört bir yanındaki toplumlar tam da böyle bir kırılma noktasına doğru ilerliyor gibi. Elbette, bu kırılan noktadan işlerin kötüye doğru gitme olasılığı da var. Ama artık her şeyi yok eden bu sistemin bir parçası olmamızın yersizliğini kavrayıp hayal etmeyi başardığımızda o karanlık bulutlar dağılabilir. Belki o zaman, eskiden çok iyi tanıdığımız özgürlüğümüzle yeniden kucaklaşırız. Çünkü bunu daha önce yaptık; her şeye yeniden başlayabiliriz.