Kalbimiz kurumadı, bildiğin cayır cayır

> SİNEM SAL @sinemsal

İçimden hiçbir şey gelmiyor. Son günlerde en çok kurduğum cümle bu. Başlı başına bir hikâye bence. Zamanı var, mekanı var, sebebi var, sonucu var, olayı var. İçimden hiçbir şey gelmiyor…

Zalimleri bilirsiniz. Öldükten sonra başıma ne hâllerin geleceğini bilmediğim bir dünyada, beş dakika sonra da başıma ne iş açılacağına dair bir fikrim yok. Az çok iyi yaşadığımız her andan, buzdolabını açtığımızda yemekle karşılaştığımız her saniyeden utanç duymamıza sebep oldular. Toplu iğneye bile sahip olasım yokken, bankada birikmiş 750 liram da yanlışlıkla imzaladığım bir mevduat hesabından kalmış ve bunu öğrendiğim anda hemen çekip kuşlara ekmek kırıntısı atar gibi harcadıktan sonra zerre anlayamıyorum olanları. “Abi, beni kenara çeksenize… ben oynamıyorum ki…” diyesim geliyor. Diyorum da çeken yok. Aksine daha çok, her seferinde oyunun içine dahil ediyorum.

Hayalet Oğuz’u bilirsiniz. Tezer Özlü’nün pek sevdiği dostudur. Yanlış hatırlamıyorsam 49 kilo ölmüştü. Veremdi. Hakkında anlatılan anılar arasında “Donu bile yoktu. Olurdu. Giyerdi. Sonra atardı…” diye yazıyordu. Dünyadan sessizce geçip gitmek istiyorum. Fakat Dünyalılar buna izin vermiyor. Sahip oldukları şeyler arasında kolum, bacağım, rahmim, beynim ve kalbim var. Çullanıyorlar. İstediklerinde vuruyorlar. O kadar basit. Merdivenin en tepesine çıkacaklar diye üst üste leşimizi seriyorlar. Ulan… merdivenin başına çıktığında kainatın en güzel manzarasını görsen ne olacak ki diye bağırmak istiyorum hepsine, altınızda ölü eziyorsunuz. Leş diyor içimden bir ses. Leş. Tam da öyle davrandılar çünkü. Ölü dediğin mezarda olur. Karnına çiçek saplarsın. Biz öyle değiliz ki… Füruğ’un şiirinde dediği gibi “Bırakılmış bir leş gibi suya bırakılmış bir leş gibi suya/ sürükleniyorum /ürkütücü kayalıklara/ denizin en diplerindeki mağaralara/ en etobur balıklara doğru/ ve sırtımın ince omurları gerildi ölüm hissiyle/ yapamazdım artık yapamazdım/ yolun inkârından geliyordu ayak/ seslerim/ ve umutsuzluğum daha büyüktü ruhumun direncinden/ ve o bahar ve o yeşil evham/ penceremin önünden geçen/ gönlüme/ "bak" diyordu/ "yol almamışsın hiç sen, batmışsın..."Bu bahar, bu ülkede, yine kalbimizde olan tek şey haklı bir evham.

Mahallelerde kaldırımda oturup yokuştan aşağı yuvarlanan topu kapan ve eteğinin altında bıçaklayan teyzeleri bilirsiniz. Otobüste, güldükleri için azar yiyen gençleri de. İnsan neşesini ve hevesini yarıda bırakan her şeye karşıyım. Mahallemin orta yerinde biri oturmuş sanki. Bütün yaz, bir tane kırmızı plastik topun peşinden koşmuşuz. Maç filan da umurumuzda değil. Bizde öyle şeyler yok. Takım olmanın, takım tutmanın, yarışmanın yanından geçmiyoruz. Birbirimize atıp tutacağız topu. Meselemiz bu kadar. Ne olmuşsa olmuş, yokuştan aşağı yuvarlanmış top. Dedim ya mahallemin orta yerinde biri oturmuş sanki. Bıçağı saplamış. Oha, niye? Öyle istemiş. Buralar benim demenin bir yolu da oraların en düşkünü ezmekmiş. Bir de işemek. Neyse ki ikisini de etmiş. Mahallenin duvarına “Bu duvara düşüncemi yazarak duvarın hakkına geçtiğim için üzgünüm” yazdım. Duvar anladı. Affetti. Görenlere gelince, o iş yaş dostum.

İlkokulda çizilen resimleri bilirsiniz. Yeni başlamıştım. O yıllarda, önemli gün ve haftalarda çizdiğim klasik tek resim vardı. İki çocuk, bir bezden pankart tutuyor. Ortasında da büyük harflerle “Yaşasın “X”Günü” gibi bir şey yazıyordu. Her seferinde “X” kısmı değişiyordu işte. 23 Nisan, 19 Mayıs. Hemen yanlarına halay çeken bir grup kızlı erkekli öğrenci, bir zurnacı bir de davulcu ekliyordum. Bir gün sınıfa geç gelmiştim. Öğrenciler harıl harıl bir şeyler çiziyordu. Sanat sepet işleri benden sorulurdu. Anırarak şiir okuyan küçük kız çocuğu da bendim, panolarda resimleri boy gösteren de. Şanım yürüyordu okulda. Her türlü ek işi kapatıyordum. Bir oyun mu oynanacak, hemen öne atılıyordum. Neyse yıldızımın parlak olduğu bu dönemde, sınıfa geç gelmiştim. Hemen sırama oturmuştum. Resim defterimi çıkardım. Arkadaşıma baktım. Baktım “Aaaa, bugün önemli gün ve hafta.” Hemen yapıştırdım klasik resmimi.
Hayatım, yanlış zamanda yanlış şeyler yapmakla meşhurdu. Büyüyünce de değişmedi. Ömrümde üç insan hakkında kötü konuşmuşsam, o sırada o masada muhakkak amcasının oğlu oturuyor olurdu. Neyse. Resmi tamamladım. Zurnacıları çizdim, halay çeken ekibin yüzünü güldürdüm. En son da pankarta geldim ve “Yaşasın, 10 Kasım!” yazdım. Öğretmen, 40 kişilik sınıfta sıraların arasında dolaşmaya başlamıştı. Benimkini nasılsa alıp panoya koyacak diye, sol köşeye imzamı çakıyordum ki kadın çığlık attı. Çok fazla açıklama yaptığını hatırlamıyorum. O gün yas tutmam gerektiğini söyledi bana. Azarladı. Ben de pankartımın içini simsiyaha boyadım. Halay çeken çocukların ağzını aşağı doğru büktüm. Ortaya garip bir çalışma çıkmıştı. Simsiyah bir pankart taşıyan iki çocuk, ağlayarak halay çeken bir başka grup çocuk ve yine ağlayan zurnacıyla davulcu.

Türkiye’de ne var ne yok deseler, bu var derim. Yalandan bir yas. Lüzumsuz bir şiir. Ezbere bir ağıt… Halay çekmeye devam ediyorlar, en tepemizde. Biraz daha siyaha boya la şu pankartı, diyorlar. Konuşmalarında birbirlerini dürtüyorlar, az gül az diye. Ellerine geçecek olan dünyayı yaktıktan sonra ne anlamı var? Biri sorsa onlara… Onlardan biri anlasa, keşke. Ama olmuyor. Kalbimiz kurumadı ama. Bildiğin cayır cayır.