Mavi göğün altında çimlere uzanır gevezelik ederdik. 'Memleketi kurtarma planları' birinci gündemimiz değildi, yurtların önünde tembellik yaparken... O 'planları', toplantılarda konuşurduk, kantin tartışmalarında, eğitim çalışmalarında...

Mavi göğün altında çimlere uzanır gevezelik ederdik. 'Memleketi kurtarma planları' birinci gündemimiz değildi, yurtların önünde tembellik yaparken... O 'planları', toplantılarda konuşurduk, kantin tartışmalarında, eğitim çalışmalarında... "Mavra yapmayın" derlerdi 'şeflerimiz'... Uyarırlardı, "bırakın bu ahbap çavuş ilişkilerini" diye... Bunca yıl sonra, şikayet ettiğimden değil, biraz da işleri buydu. Onlar da yaparlardı mavrayı, hatta bayılırlardı. Onların da ahbap çavuş ilişkileri vardı... Muhtemelen uyaranları da...

Nereden mi geldi aklıma, şimdi bu 'dinozor muhabbeti'? Geçen haftasonu Yakın Doğu Üniversitesi'nin İletişim Sempozyumu'na davetliydik. Bizi havaalanından alan otobüs, Lefkoşa yakınlarındaki üniversite kampüsüne girdiğinde, uzun zamandır düşünmediğim, hatırası tozlanmaya yüz tutmuş günler geliverdi aklıma... Çimlerin üzerinde üçerli beşerli gruplar halinde oturan, top oynayan, kantinde çene çalan öğrencileri görünce, elimde olmadan hislendim açıkcası...

* * *

Yetmişli yılların sonuydu. Kabil'in baltasının hiç durmadan inip kalktığı günler... Çoğumuz kumar gibi yaşıyordu hayatını ki, bazılarımız kaybetti. Yine de şikayetçi değildik. Ne şikayeti! Çok mutluyduk.

İçki içmek adetimiz yoktu. Kızlara da pek takılmazdık. (Tabii istisnai arkadaşlarımız olduğunu belirtmeliyim!) Hal böyleyken, yine de çok eğlenirdik. Kahkaha eksik olmazdı. İtişip kakışmalar, eşek şakaları... Herkesin anlatacağı komik ve heyecan verici birkaç hikayesi vardı. Kaçmalar, kovalamacalar, atılan ya da yenilen dayaklar, en gerzek polisi bile ikna etmeyen absürd 'ifade'ler. (Adam Malatya'dan geleli dört ay olmuş. Çankaya'nın en pahalı sokaklarında korsandan yakalanmış. Cebinde abonman biletinden başka bir şey yok. "Ne arıyordun orda" diye soran polise, "Kiralık ev" diyor.) Çok gençtik, ODTÜ'deki kampüs günlerimizde...

Henüz 20'li yaşlarımızdaydık ama bir yandan da erken büyümüştük galiba. O vakitler, sorumluluk, fedakarlık, dayanışma, paylaşma, yoldaşlık gibi kavramların bir hakikati vardı... İyi kitap okurduk. Engels'i de, Giap'ı da... Althusser'e kafayı takanlar bile vardı. (Ama Şostakoviç dinleyip Ayzenştayn seyrettiğimizi söyleyen olursa, inanmayın.) Şimdilerde o yaşlarda olanlara sonsuz uzaklıkta hayatlardı, arkadaşlarımızınkiler... Yanlış anlaşılmasın, kimse olağanüstü meziyetlere sahip olduğundan değil, daha ziyade zamanın ruhuyla ilgili bir şeydi, bugünden bakınca 'acayip' görünen bir yığın insanın aynı anda bir araya gelmiş olması... Hani 'dönemin tarihsel koşulları' denir ya, işte onlar 'kariyer planlamak' gibi sıkıcı faaliyetlere pek müsait değildi. Eylem planlamak daha muteberdi. Belki daha gerekli... Eylem deyince... Galiba, Tercüman gazetesinde yayınlanan bir yazıydı. Aşağı yukarı şöyle bir şey: "Şehirde eylem yapan komünist militanlar, kurtarılmış bölge olarak gördükleri ODTÜ'ye dönüp konforlu yurtlarında sıcak duş alıyorlar." Çok eğlenmiştik o yazıyla... En çok da 'sıcak duş' bölümüne gülmüştük. Banyoya gidene sorardık, "Hayırdır, eylemden mi geldin" diye...

* * *

Neyse... Kampüs hatıralarımı anlatacak değilim. Muhtemelen siz de sıkılırsınız. İnsan her hafta, 'içinde mesajı olan' yazı yazamıyor. Ya da hevesi olmuyor. Bazen de böyle, bir üniversite kantininde maçtan sonra soğuk gazoz içen bir öğrenciyi görünce küçük hatırlamalar/hatırlatmalar yapmak istiyor... Arkadaşlarımın çoğu, hala iyi insanlar... Başlarına gelen onca sıkıntıdan sonra, üstelik kolay olmadığını bile bile inat ediyorlar dünyayı değiştirmek için... Bir kısmını zaten siz de tanırsınız.