Meraları, çayırları, doğal müşterekleri ortadan kaldırılan, hayvanlarına verdiği yemin fiyatı gitgide artan küçük üretici ya temel geçim kaynağı olan hayvanlarını satıp kent göç etmek zorunda bırakılıyor ya da insanca yaşam koşullarının altında bir hayat sürmek…

Kamunun tasfiyesi,  piyasa ve küçük üreticilik
Dayanışma Gönüllüleri köylülerle, küçük çiftçilerle, kır emekçileriyle buluşup sorunlarını dinledi.

İlkay ÖZ

1980’le başlayan piyasalaştırma süreciyle küçük çiftçilik, köylülük ve kırsal aşamalı şekilde yoğun bir saldırıya maruz bırakılmış, AKP iktidarı bu neoliberal saldırıyı perçinleyerek sürdürmüş, küçük çiftçiliği yıkıma uğratmıştı. Bu süreçte milyonlarca çiftçi tarımdan el çektirilmiş, kırdan kente göç etmek zorunda bırakılmıştı. Tüm bunlara rağmen çiftçiliğe devam edenler ise sermaye-devlet işbirliğiyle geleneksel tarımdan uzaklaştırılmış, endüstriyel tarımı benimsemek zorunda bırakılmış, hem girdilerde hem de pazarda sermaye boyunduruğuna tabi kılınmıştı. Şirketlerin, sermayenin başaktör olarak girdilerden pazara tüm aşamalarda hâkimiyetini kurduğu bu sistem, kamunun tasfiyesi sonucu kurulmuştu.       
Özal’la başlayan kamunun tasfiyesi ve piyasanın hâkim kılınması sürecine kır ve kentte emeğin, tarım üreticisinin aşamalı bir şekilde yoksullaştırılması, pastadan aldığı payın azaltılması eşlik etmişti. Tarımsal KİT’lerin kapatılmasından, özelleştirmelere, üretici birlik ve kooperatiflerinin şirketleştirilmesinden devletin tarım-gıda kurumlarının, destekleme mekanizmalarının işlevsizleştirilmesine, meraların çayırların tahrip edilmesinden tarım arazilerinin tarım dışı kullanıma açılmasına kadar yoğun bir neoliberal saldırı, sermaye boyunduruğu ve mülksüzleştirilmeye maruz bırakılan aile çiftçiliği her şeye rağmen varlığını idame ettirirken deprem bu zorlukları daha da katmerledi.


Depremin ilk günlerinde ürünlerini elden çıkarmak zorunda kalan üretici karşısında devleti değil yerini bıraktığı “serbest piyasayı” bulmuş, serbest piyasanın kimi aktörleri üreticilerinin ürünlerine ederinin beşte birini teklif ettiği olmuştu. Bu meseleyi de bir iki ahlaksız tüccar, tefeci ya da şirketin tutumu olarak yorumlamak yerine 1980’den itibaren gıda tarım alanındaki ilişkilerin, devletin el çekip piyasayı hâkim kıldığı neoliberal modele göre şekillenmesinin sonucu olarak değerlendirmeliyiz. Zaten neoliberalizmin alamet-i farikası da serbestleştirme, kuralsızlaştırma ve özelleştirmedir. Serbest piyasa koşullarında büyük tüccar küçük üreticinin acilen elinden çıkarmak zorunda kaldığı ürünü değerinin çok altında satın alır; üretici hayvanını besleyecek yem arayışındayken yem fiyatları da katlanır.  Özelleştirmenin kendisi serbest piyasada öncelikle “büyük oyuncular” için kaynak aktarımı ve sermaye birikimi olurken daha “küçük oyuncular” da serbestleştirme ve kuralsızlaştırmanın nimetlerinden ellerinden geldiği kadar faydalanıyor. 24 Ocak 1980 Kararlarıyla başlatılan “istikrar ve uyum programları”nın etkisini de işte en çok kamuya, kamuculuğa ihtiyaç duyulan anda görüyoruz. Böylesine afet ya da daha genel olarak kriz durumunun istikrarlı denilen sistemin istikrarsızlığını, güçlü ve değişmez denilen sistemin ne kadar kırılgan olabileceğini ortaya koydu.

Hatay’da küçük üreticiler süt alımlarını gerçekleştiren büyük bir şirketin sütü maliyetine hatta maliyetinin altında fiyatlarla aldığını söylüyorlar. Öyle ki alımda sütün litresi 6-8 liraya kadar düşmekte. Oysa kentlerde tüketiciler sütün litresini 18-20 liradan alıyorlar ki çocuğuna her gün süt alacak parayı bulamayan yüz binler de var.  Burada tek kazançlı, depremi fırsata çeviren sermaye. Bu gıda tarım sisteminde yaşanan krizden yine şirketler güçlenerek çıkıyor. Oysa bu noktada 1963’te kurulan ve üreticiden çiğ süt alımı yapan Türkiye Süt Endüstrisi Kurumu kamunun bu alanda piyasayı düzenleyici-dizginleyici politikasına örnek verilebilir. TSEK özelleştirildiği 1995’e kadar üreticinin lehine fiyat ve destek politikaları izlemişti. TSEK’in süt alım fiyatları bölgedeki süt alım fiyatlarının belirlenmesinde çok etkiliydi. Keza bu kurumun kimi zaman süt satış fiyatını, çiğ süt alım fiyatlarının altında sattığı da olmuş, böylece kentlerde tüketicinin ucuza süt ve süt ürünlerine erişimini sağlamıştı. TSEK yapısı, işleyişinde eksiklikler barındırsa da kamunun rolünün hem üretici hem de tüketiciye etkisini göstermesi açısından önemli.  

Öte yandan küçük üreticiler kamunun tasfiyesiyle temel girdilerde de piyasaya mahkûm bırakılmıştı. Bunu özellikle hayvancılıkla uğraşan küçük çiftçinin yeme erişebilmekte yaşadığı sıkıntıda gördük.  Özelleştirme Ana Planı’nda birinci derecede öncelikli tarımsal KİT’lerden olan YEMSAN 1993-1995 yılları arasında özelleştirilmişti. Kamunun el çektirilmesiyle yem üretimi piyasa hâkimiyetine girdi. Bunun sonucunda artan yem fiyatları üretici için en büyük kalemi oluşturmakta. Bununla birlikte depremin etkilediği bölgede yem karaborsaya düşmüş, yem fiyatları piyasada karaborsa satışlarla daha da katlanmış, artık hayvan beslemek büyük bir yük haline gelmiştir. 

Keza çiftçinin temel girdilerinden biri olan ucuz gübre ihtiyacı da bir diğer tarımsal KİT olan Türkiye Gübre Sanayii A.Ş. (TÜGSAŞ) tarafından karşılanıyordu.  Özelleştirme furyası sonunda 2005’te TÜGSAŞ’ın da özelleştirilmesiyle gübre piyasası şirketlerin tekeline bırakılmış, gübre fiyatları az sayıda şirketin tekelinde yükseldikçe yükselmiştir. Bunun sonucunda üreticiler artan gübre fiyatları dolayısıyla yeterli gübre kullanamaz hale geldi. 
Önce neoliberal, piyasacı gıda-tarım politikalarıyla ardından da depremle büyük darbe yiyen bölgedeki küçük üreticinin kendi ayakları üzerinde durmasının yolu dayanışmadan, birlikte mücadeleden, üretici birlikleri ve kooperatiflerden geçiyor. Küçük üreticinin, üretimi, üretim araçlarını mümkün olduğunca ortaklaştırarak girdilerin tedariğinden elde edilen ürünün değerinde elden çıkarılmasına kadar süreçte birlikte hareket etmesi önemli. Üretim aşamasında bölgedeki küçük üreticiyle depremden etkilenmeyen bölgelerdeki üreticilerin kurduğu ve büyütülmesi gereken dayanışma ağı da önemli. Ege’deki köylülerin, küçük çiftçilerin hayvansal üretim yapan üreticilerle yaptıkları yem dayanışması, Trakya’daki çiftçilerin bitkisel üretim yapan köylülerle yaptıkları gübre dayanışması, tohum ve fide dayanışmaları bunlara örnek gösterilebilir. Ürünlerin elden çıkarılması ve tüketim ayağında ise satış kanallarının tüketiciyle doğrudan bağı kurması sağlanmalı. Kentlerdeki emekçiler ise tüketici sıfatıyla tüketim kooperatifleri üzerinden örgütlenerek bölgedeki üreticilerin ürünlerini değerinde elden çıkarmasını sağlayacak hem de ucuz ve sağlıklı gıdaya erişebilecektir. 

Meraları, çayırları, doğal müşterekleri ortadan kaldırılan, hayvanlarına verdiği yemin fiyatı gitgide artan küçük üretici ya temel geçim kaynağı olan hayvanlarını satıp kente göç etmek zorunda bırakılıyor ya da insanca yaşam koşullarının altında bir hayat sürmek… Bitkisel üretim yapanların durumu da buna benzer. Gübre, tohum gibi girdilerde şirketlerin eline teslim edilen küçük çiftçiler yüksek maliyetlerin, pazarda ürün alımında hâkim olan şirketlerin düşük fiyat teklifleri karşısında ya topraklarını satmaya ya da şirketlerin boyunduruğu altında sözleşmeli üretimle proleterleşmeye mahkûm. Bölgede küçük üreticinin mülksüzleştirilme ve göç etmesine karşı yapabileceği şey örgütlülükten geçiyor. Kırsaldaki örgütlülüğün zayıflığı, kamunun yokluğunda, sermayenin karşısında durmayı mümkün kılmıyor. Kent ve kırdaki emekçilerin dayanışmayla örecekleri ağ toplumun gündelik hayatına da doğrudan etki edecek, piyasacı düzene karşı alternatif bir modelin kurulmasının nüveleri olacaktır.