Artık o rahat, ta ki bir sandık dibinde, bir dolap köşesinde saklanan başka bir yarım kalmış kitap önüne çıkıncaya kadar...

Bundan sekiz ay önce sizlere bu köşede Naciye Neyyal adında bir ressam kadından sö-zetmiştim. Hani, karı-koca bir ev içinde, birbirinden saklı hatıratlarını yazıyorlardı. Tevfik Hamdi (Biren) Bey, ne de olsa Kudüs'te, Selanik'te, Bursa'da, Konya'da, Ankara'da valilikler yapmış, hatta Bakan (Maliye) olmuş koskoca bir bürokrattı ve emekliliğinde yaşayıp gördüklerini yazmak üstüne farzdı ama bu kadına da ne oluyordu? Onu bir gün odasına çekilmiş yine böyle çalakalem yazarken görünce, alaycı bir sesle "vallahi hanım seni okutsaymışlar muhakkak meşhur bir muharrir olurdun" deme gafletinde bulunmuştu.

Hani kadın da bunun üzerine, "hakikaten benim bu yazdıklarım ileride ne olacak, kim okuyacak, neye yarayacak?" diye mahzun olmuştu. Buna rağmen yılmayıp yazmayı sürdürmüş, eşi de hatıratının ikinci cildini tamamlamıştı. Ancak bunları sağlıklarında bastırmak bir türlü kısmet olmadı. Daha da açık söylemek gerekirse; kitapları, öncelikle parasızlıktan ve de ayrıca "düşkün" bir bürokratla, "alaylı" ressam eşinin geçmiş zaman hikâyelerine modern Türkiye vizyonunda yer olmadığında bir türlü basılamadılar.

Eskisi kadar sık olmasa da bazen ziyaretlerine gelen ekâbirden kimi şahsiyetlere -o da ısrar ederlerse- bazı sayfalardan örnekler okurlardı. Sonraları bunlar da uğramaz oldu, evlatlar, torunlar kendi âleminde, nihayet tamamen unutuldular. Göz nuru, dönem ruhu hatıratları ellerinde kaldı. Naciye Neyyal Hanım hem eşinin yazdıklarını hem de kendininkileri "Yırtıp atmazlar da evin bir köşesinde muhafaza ederlerse, belki bir gün birileri okur, faydalı bulunur, bastıran da çıkar" umuduyla, kütüphanenin en sapa köşesine sakladı.

Şimdi hatırladınız mı? Hatırlamadınız; bu acıklı hikâyenin sonunu tatlıya bağlamak, torun Rezan (Hürmen) Hanıma nasip oldu. Onları evin bir köşesinde bulup okuyan, önemli olduklarını idrak eden ve sonra bunları bastırmayı hayatının hedefi haline getiren Rezan Hanım, önce "Bürokrat Tevfik Biren'in Meşrutiyet ve Mütareke Dönemi Hatıraları"nı (iki cilt), sonra da "Ressam Naciye Neyyal'in Mudakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet Hatıraları"nı (490 küsur sayfa), dillerini güncelleyerek yayınlatmayı başardı.

Gelgeldim Fatma Rezan Hanımın "çilesi" henüz dolmamıştı; burada laf uzamasın diye kısa kestik, aslında bu hanım, büyükanne ve büyükbabasının hatıratlarından çok önce "büyük-büyük-büyük" babası Şirvanlı Ahmet Hamdi Efendi'nin "Hindistan, Afganistan Seyahatna-mesi"ni dilimize kazandırmıştı.

Fatma Rezan Hanımın kaderi ailesinin eksik gedik bıraktığı işleri tamamlamak olsa gerek. Çünkü son olarak bu defa da annesi Meliha Tevfik (Yenerden-Zafir) Hanım'ın 1930'lu yıllarda yazdığı, 1950'li yıllarda Paris'te kendi olanaklarıyla Fransızca olarak (Sanguines et Fusains) bastırdığı şiir kitabını "Mısra, Fırça ve Boya" adıyla Türkçe'ye çevirtip yayınlattı.

Böylece dört büyüğünün beş kitabını tamama erdirmek Fatma Rezan Hanıma kısmet oldu. Artık o rahat, ta ki bir sandık dibinde, bir dolap köşesinde saklanan başka bir yarım kalmış kitap önüne çıkıncaya kadar. Yukarıdaki bazı satırlar tuhafınıza gitmiş olabilir. Neden Meliha Hanım Fransızca yazıyordu, kitabını neden Paris'te bastırdı, neden bugüne kadar Türkçede hiç tanınmadı? v.s. Belki beni kıskanacaksınız ama biz kendisiyle eski tanışığız. Ondan 1980'li yılların sonunda "Fransızca Rüya Gören Kadın" diye bir yerlerde ilk defa söz etmiştim.

Hikâyesi şöyleydi: Naciye Neyyal'in üç kızı oluyor. Bunlardan Çamlıca doğumlu Meliha, annesi gibi ressamdı. "İsa'nın Nişanlısı" olduklarına inanan rahibelerin öğretmenlik yaptığı bugün varolmayan Moda Sörler Okulu'ndan dört yıl okuduktan sonra İtalyan Rivierası'nda Bordighera (İsa'nın göğe yükselişi) Assumption Okulu'na gitmişti. İngiliz ve Fransız mürebbiye-lerin refakatinde yetiştirilmişti. Piyano çalıyordu. Klasik Batı müziği tarzında besteleri vardı. Fransızcaya öylesine hâkimdi ki, rüyalarını bile Fransızca gördüğünü söylerdi. Fransızca'dan başka İngilizce, Almanca ve İtalyanca biliyordu. O da annesi gibi bir portre ressamıydı. Bugün ondan geriye kalmış 15 kadar tablosu kızı Fatma Rezan Hanım'da bulunuyor. Nitekim o bunları annesinin yeni çıkardığı şiir kitabına koymuş.

Meliha Hanım ressamlığını yanı sıra "saklı" bir şairdi de. Fransızca yazdığı şiirlerinden bazıları 1933 yılında Fransa'da bazı dergilerde basılmaya layık görülmüştü. Sonra 1952'de bunları toplayıp Paris'te Edition de la Revue Moderne adlı yayınevinde kendi imkânlarıyla bastırmıştı. "Sanguines et Fusains" adlı tek şiir kitabında nedense "Zeynep Aksel" takma adını kullanmıştı. Adına şiirler adadığı Baude-laire'e aşırı bir düşkünlüğü vardı. Verlaine de çok sevdiği şairler arasındaydı. Onların şiirlerini ezbere biliyordu. Buna karşılık Türk şiirine ve şairlerine karşı ilgisizdi.

Savaş yıllarında vereme yakalanmış ve Polonya'da bir sanatoryuma gönderilmişti, sağlığına kavuştuktan sonra İstanbul'a dönmüştü. Ama âşık olarak; burada tanıştığı Polonyalı bir mühendisle yıllarca sürecek bir kalem arkadaşlığı kurmuştu. Yakışıklı mühendis, dinini değiştirmeye razı olarak evlenme teklif etmişti ona. Ancak Meliha Hanım -gördüğü onca yabancı eğitime rağmen- bir yabancıyla evlenmeyi göze alamadı. Kısa bir süre sonra Hariciyeci Nasih Beyle evlendi (ve yukarıdan beri anlattığım kitapları ortaya çıkaran) Fatma Rezan Hanım bu evlilikten meydana geldi. Başka da çocukları olmadı. Ancak Meliha Hanımın bahtı kapalıydı. "Aralarında hiçbir zaman ahenkli bir beraberlik husule gelmemişti. Buna sebep, herhalde Nasih Beyin evvelce İspanya'da tanıdığı ve İstanbul'a getirip ailesiyle tanıştırdığı 'Ada' ismindeki kadını çok sevmiş olması ve senelerce beraber yaşadıkları halde, günün birinde Ada'nın bir Fransız subayla kaçmasının yarattığı büyük sükûtu hayal, kırgınlık olabilir ve kim bilir Meliha Hanım da vaktiyle o kadar beğendiği Polonyalı mühendisi düşünmeye devam ettiğinden evlilikleri sona erdi." Meliha Hanım bir süre sonra ailesine ve kendisine büyük saygı beslediği Kazım Zafır'le evlendi. İkinci eşinin ölümden sonra yılbaşılar-dan bir yılbaşı, kızı Fatma Rezan tatilini geçirmek üzere Polonya'ya gideceği zaman, "o mühendisin hayatta olup olmadığını" öğrenmesini istemişti.