Eren Aysan Bir yarım umuttur elimizde kalan/ Göğüslemek için karanlık yarınları”Metin Altıok “Raci Tetik öldü!” Haber portalına baktım uzun uzun. Önce bütün duygularımdan arınmaya çalıştım. İçimden geçen yırtıcı gürültüyü uzun susuşumla bastırmaktan başka arzum yoktu. Bir parça da olsa iyileşmeli, yeni bir alan kurmalıydım. Yapamadım. Öylece durdum. Alaz aradı. “Ölmüş” dedik birbirimize, sadece. Öfke ve […]

“Kan var bütün kelimelerin altında…”

Eren Aysan

Bir yarım umuttur elimizde kalan/
Göğüslemek için karanlık yarınları”

Metin Altıok

“Raci Tetik öldü!” Haber portalına baktım uzun uzun. Önce bütün duygularımdan arınmaya çalıştım. İçimden geçen yırtıcı gürültüyü uzun susuşumla bastırmaktan başka arzum yoktu. Bir parça da olsa iyileşmeli, yeni bir alan kurmalıydım. Yapamadım. Öylece durdum. Alaz aradı. “Ölmüş” dedik birbirimize, sadece. Öfke ve çaresizlik sarkacında. “Babamın ölüm emrini veren adam… ölmüş…”

Bir anda sepya fotoğraf canlanıyor. Karanlık adamlar içinde yeryüzünün en mutlak değerini, bilgiyi yok etmek için kitapları tarumar ediyor. Biri Engels’in, en kaba deyimle doğabilimdeki metafiziksel ve idealist kavramları dibine kadar eleştirdiği “Doğanın Diyalektiği”ni yok etmek istiyor. Önce yayıncısından başlamalı! İlhan’ın güzel karısı, “Anlat onlara kitabı… içinde yazılanları…” diyor. Kendi eliyle kocasını teslim etmenin acısını bir ömürdür çekiyor.

Ben saçları lüle lüle, gözleri zeytin iki güzel kızla büyüdüm. Biri Alaz, diğeri Türküler’di. Babalarının nasıl öldürüldüğü saklandı onlardan. Bir gün Alaz’a ilkokulda arkadaşı, “teröristin kızı…” diye tokat attı. Anlam veremedi buna. Çocukların başka çocuklara maharetlice zulüm edebileceklerini anlatan Golding’in ünlü romanı “Sineklerin Tanrısı”ından henüz haberi yoktu. Evde Tempo dergisini karıştırırken babasının fotoğrafını gördü. Yazının başlığı, “Mamak Cezaevi’nde dövülerek öldürülen yayıncı İlhan Erdost”tu. Kalbi hızlı hızlı attı. Eli ayağı tutuldu. Demek hem de amcasının gözü önünde öldürülmüştü sesini yalnızca teypten duyduğu, hiç tanımadığı, bir fotoğrafının bile olamadığı babası. Son sözleri, “Artık dövmeyin! Sabah kızımı göremedim. Öpemedim!” olmuştu. Oysa yasak yayın olarak geçmeyen kitaptan dolayı gözaltına alınan ağabey kardeş hükümlü bile değildi. İlhan orada kaldı. Ertesi gün ağabeyi Muzaffer serbest bırakıldı. Türkiye gerçeği böyle derin bir uçurumdu işte!

“Sevgi aradı,” dedi Alaz. Şimdi Sevgi Budapeşte’de. Havadan sudan konuşup, arada gülüp arada susup kapatmışlar telefonu. Bazı kötülükler öyle büyük ki hissedebilenlerin yıkıcılığını ancak havadan sudan konuşmalar alt edebiliyor. Bir de buruk bir gülümseme. Niye gülüyoruz daha çok canımız yanınca? Neden ağlayamıyoruz mesela? Oysa kolayca ağlayabiliriz. Ağlamayı da yakıştırabiliriz kendimize. Ben Sevgi’yle de beraber büyüdüm. Babası yazar Öner Yağcı 12 Eylül zindanlarını ezber etmişti. Annesi ise henüz Sevgi üç yaşındayken yeniden cezaevine girme korkusuyla yaşamına kendi elleriyle son vermişti.

Küçücük çocuklardık. Sevgi beyaz elbisesiyle bir kelebek gibi seke seke yürüyor, güneşte çilleri çıkınca üzülüyor, Hümeyra dinliyordu. Alaz, yeni keşfettiği nutelladan günde bir kaşıktan fazla yememeye çalışıyor, dişlerindeki telden bir an önce kurtulmak istiyor, türküler söylüyordu. Özge, kocaman iri gözlerini daha da açmış, Ayvalık’a gideceği zamanı düşlüyor, kısa saçın kendisine yakışmadığına inanıyor, büyünce şarkıcı olmak istiyordu. O yaz benim babam da Sıvas’ta öldürüldü.

“Özge’yle konuştun mu? Bu hafta içi buluşalım mı?” dedi Alaz. Özge, oğlunu onun deyişiyle “Uğur Dede” parkına götürmüş. Parkta, Uğur Mumcu’nun çocuklarla geleceği adımladığı heykeli var. Uğur Deniz de dedesinin elinden tutmak istiyor. Ama bir heykel insan sıcaklığını nasıl versin? Nasıl sarmalasın onu? Kucağına alsın!

Birkaç yıl önce babalarımızın özel eşyalarını “12 Eylül Müzesi”ne götürüyoruz. Sergi alanında hep birlikteyiz. İçinde olduğumuz durumdan sıyrılmak istercesine yine bir avuç vişne yemiş gibi gülüyoruz her şeye. Alaz babasının öldürüldüğü günkü kıyafetlerini çıkartıyor. “Kazakta da kan var… böyle koymak ne bileyim? Ayıp olur mu acaba?” diyor.

Victor Hugo’nun ünlü “Sefiller” romanında Jean Valjean kızı gibi sevdiği Cosette’yi sevdiği erkekle kavuşturduktan sonra teslim olmak için geri döner. Çünkü polis müdürü Javert onun yıllardır peşindedir. Bu defa Valjean ondan kaçmayacak; kötücül adamın karşısına dikilecektir. Minnet altında da ezilir Javert. Görevini yapamadığını düşünür, inandığı bütün değerler gitmiş, darmadağın olmuş, yitip gitmiştir. Mutlak kötülüğün sarmalından arınmak için Seinne nehrine atar kendini. Bireysel bir yüzleşme olarak görünebilir Javert’in yaptığı. Oysa vicdan tartımıyla kendi alanını sorgulayabilme toplumsal bilinçle olur.

Alaz babasının kazağındaki kan izine bakarken kendi tartımını ülkenin vicdanına yaslanarak yapıyor. Raci Tetik gibilerse uzun süren yaşamlarında Javert gibi davranmaya mecbur kılınmalı, yüzleşmenin en ağır sancısını yaşamalı, yargılanmalıydı! Öyle mi oldu peki? Meclis Araştırma Komisyonu’na gittiğinde, yaptıklarından bir gram bile pişmanlık duymadığını dile getirdi, cezaevinde hükümlülere yapılan işkenceyi sabah sporu gibi yöntemlerle mazur gösterdi. Sevgili eşi, “Benim kocam gül gibi adamdır.” diye konuştu falanca gazeteye. Böyle böyle göstermelik 12 Eylül referandumuna gelindi. Bugün ülkenin yaşadığı sarmalda hiç mi etkileri yok? 12 Eylül referandumunda gerçekleri göremeyenden demokrasi havarisi olur mu?

Raci Tetik ölmüş. Öylece durdum ilkin. İçim soğumadı. “Hesaplaşamamış olmanın en şiddetli haline isim verilemedi henüz,” dedi Sevgi. Gülelim mi?