Oysa ikaz ve eleştirilere bütüncül baktığımızda karşımıza çıkan olgu, bir kentin, savaş veya barış zamanı fark etmeden kasten yıkılarak, yakılarak yok edilmesi veya bambaşka bir kenti inşa amacıyla dümdüz edilmesi olarak adlandırılan ve kısaca herhangi bir sebeple bir kentin bilinçli katliamı olarak tanımlanan kentkırım.

Kanal İstanbul ve Referandum: Kentkırımın oylaması olur mu?

Cihan Uzunçarşılı Baysal

Gelecekte İstanbul’un tarihini yazacak olanlar, 27 Nisan 2011’i muhtemelen 8 bin 500 yıllık kadim kentin kaderini çizen gün olarak not düşecekler. 27 Nisan 2011, zamanın Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın merakla beklenen çılgın projesi Kanal İstanbul’u 2011 Genel Seçimlerinin hemen öncesinde kamuoyuna açıkladığı gündür. Zaman zaman sönümlense de, neredeyse on yıldır, çılgın proje hemen hiç gündemden düşmedi, daha doğrusu düşürülmedi. Erdoğan ve AKP’nin, “Türkiye hazır. Hedef 2023” sloganıyla öne çıkarttığı yeni bir devlet ve yeni bir toplum inşasının nihai noktası ve 100. yılında Cumhuriyetten rövanş olarak 2023 hedefindeki, en başta hukuk devleti, laik eğitim, kadın ve çocuk hakları, ifade özgürlüğü, basın hürriyeti gibi temel hak ve özgürlükler alanlarından geriye adımlarla bu hedefe doğru yol aldığımız bir süreçteyiz- mega projelere biçilen rol önemli çünkü 2023 Türkiye’sinin mega projeler üzerinden yükselmesi planlanıyor. Devasalığı, kapsamlı etkileri, Erdoğan ile özdeşleştirilmesi ve uluslararası boyutuyla, mega çılgın proje Kanal, hiç kuşkusuz, bunların arasından öne çıkmakta. İstanbul’un geleceğiyle, Türkiye’nin geleceği Kanal İstanbul’da çakışıyor diyebiliriz. Nitekim Erdoğan da 27 Nisan’da bunu dile getirmekte: “Türkiye, 2023’e böyle büyük çılgın ve muhteşem bir projeyle girmeyi fazlasıyla hak etmektedir.”
Kanal, açıklandığı günden bu yana, geniş bir yelpazeden bilim insanları, akademi camiası, meslek odaları temsilcileri, barolar, ilgili uzmanlar, siyasiler, sivil toplum tarafından masaya yatırıldı. Raporlar, basın açıklamaları, teknik geziler, çalıştaylar, sempozyumlar birbirini izledi. Aşağı yukarı on yıldır tartışılmakta; katkıların, emeklerin önemi yadsınamaz. İstanbul’un geleceğini şekillendirecek ve kaderini tayin edecek bir projenin enine boyuna irdelenmesi önemli. Uluslararası hukukçular ve anayasa hukukçuları Montrö; çevreciler ve ekologlar, orman, su havzaları, kuşlar, flora, fauna, hafriyat; jeologlar, deprem ve fay hatları; arkeologlar arkeolojik alanlar ve sitler; ziraat mühendisleri tarım alanları ve meralar; deniz bilimcileri Marmara ve Karadeniz’in başlarına gelecekler ve balıkçılık; ekonomistler, bütçe, işletme, giderler; plancı ve mimarlar İstanbul’un Anayasası Çevre Düzeni Planı karşısında Kanal ve imar planları; hukukçular, kamulaştırmalar; kentbilimciler, spekülasyon ve imar rantları üzerine ciddi itiraz ve ikazlarını dile getirdiler (bu geniş kapsamlı camia içinde tek yer alamayan ve dolayısıyla seslerini duyuramayanlar ise zorla tahliyeler ve yerinden etmeler bekleyen bölge halkı oldu). Velhasıl kelam, burada sayamadıklarımız dahil, hemen herkes ve her kurum kendi alanında yazdı, çizdi, konuştu. Öte yandan, bu katkıları yapanların her biri kendi uzmanlık alanından konuşurken kendi alanına hapsoldu. Fili, gözleri bağlı olarak tarif edenler misali, her ilgili kişi/kurum Kanal’ı kendi alanıyla ilgili açıdan tanımlayınca biz de filin kendisinden ziyade hortumunu, dişlerini, bacaklarını tartıştık. Ağaçlara bakmaktan ormanı göremedik. Derken, İstanbul’u kazanmanın yarattığı özgüvenle Kanal oylamasını da kazanma hesabı yapanların referandum çağrıları geldi.

Bir mücadele hattını örerken neye ya da nelere karşı mücadele edildiğinin açık, net ve bütüncül tanımlanması o mücadelenin yönünü ve başarısını tayinde olduğu kadar olası sapmaların önünü kesebilmede de önemli. Yukarıdaki metafora dönersek ortada görmemiz gereken bir fil var ama hortumu, dişleri vb. derken neredeyse on yıldır bu fili tanımlayamıyoruz. Oysa ikaz ve eleştirilere bütüncül baktığımızda karşımıza çıkan olgu, bir kentin, savaş veya barış zamanı fark etmeden kasten yıkılarak, yakılarak yok edilmesi veya bambaşka bir kenti inşa amacıyla dümdüz edilmesi olarak adlandırılan ve kısaca herhangi bir sebeple bir kentin bilinçli katliamı olarak tanımlanan kentkırım. Tahmin edeceğiniz üzere, terim, ekoloji bağlamında kullanılan ekokırım gibi soykırım kavramından türetilmiş. İlk kez 1963’te bilim kurgu yazarı Michael Moorcock tarafından ortaya atılan kentkırımın literatüre yeniden girişi ve popülerleşmesine, parçalanan Yugoslavya’daki Dubrovnik, Vukovar ve Mostar kentlerinde yaşanan şiddet sebep olmuş. 9/11 New York ikiz kulelerinin yok edilmesi de yine kentkırım olarak adlandırılmış. Romalıların Kartaca’yı yakıp yıkmasını, Moğolların haritadan sildikleri kentleri ve diğer tarihsel örnekleri düşündüğümüzde, tanımlanmamış olsa da tarih kadar eski bir kavram olduğunu söyleyebiliriz. Nagasaki’den Halep’e, Dresden’den Jenin’e ve diğerlerine, kente karşı şiddet olarak tanımlanan kentkırım sadece yıkmak değil, dönüşüm ve yenileme projelerine içkin şiddet göz önüne alındığında, inşa etmek bağlamında da kullanılmakta. 20. Yüzyıl sonlarında ABD’deki siyah nüfusların mahallelerine yönelik kentsel yenileme projeleri ile ayrımcı ve ırkçı kent planlamalarına karşı sıklıkla-ünlü yazar James Baldwin tarafından da seslendirilmiş. Katrina fırtınasının New Orleans alt gelir gruplarının barındıkları Afro-Amerikan mahallelerini yok etmesiyle bunu fırsat bilen sermayenin buralara el koyması da kentkırım olarak tanımlanmış. Sur ve Hasankeyf bizim coğrafyamızdan yakın örnekler. Bu bağlamda tarihten örneklere baktığımızda ise Baron Haussmann’ın Paris yıkımlarından söz edebiliriz. Kentkırım her ne kadar Uluslararası Ceza Mahkemesi mekanizması içinde ayrıca tanımlanmasa da soykırımın bir parçası olarak dava konusu edilmesi mümkün. Çeşitli askeri liderler aleyhine açılan soykırım davalarında kentkırıma da yer veriliyor. Nitekim Uluslararası Ceza Mahkemesinde yargılanan eski Sırbistan Cumhurbaşkanı Milosevic, Kosovalıların dini bölgelerini, kültür yapılarını ve anıtlarını kasten yok etmekle de suçlanmış.
Kanal İstanbul’a dönersek, 8 bin 500 yıldır hiçbir uygarlığın el sürmeye kıyamadığı ormanlık alanları ve su havzaları yağmalanmış, nüfusları suya, temiz havaya muhtaç bırakılmış, ekolojik çeşitliliği de kültürel çeşitliliği de yok edilmiş, tarım alanlarını ve meralarını kaybetmiş, hafriyat toz dumanı, inşaat makinaları terörü altında yaşanmaz olmuş, denizleri kirlenmiş, yaşam alanları emlak bürolarında alınır satılır finans varlıklarına dönüştürülmüş, nüfusları yüzlerce yıldır yaşadıkları yerlerden sürülmüş; toparlarsak, geleceği ve sürdürülebilirliği riske atılmış bir İstanbul ya da “İstanbulkırım” ile, bir kentin bilinçli yok edilmesiyle karşı karşıyayız. Böylece, on yıldır bütünüyle göremediğimiz fili tanımlayıp adını da koyduğumuzda, hiçbir kırımın oy sandığına götürülemeyeceği gibi kentkırımın da referandumunun olamayacağını söylemeye gerek yok!

Kanal, sadece İstanbul’un değil, “Hedef 2023-Yeni Türkiye” hayalinin dayanağı olması hasebiyle Türkiye’nin geleceğinin de belirleyicisidir. Bununla birlikte, başta İstanbul, kentleri pıtrak gibi sarmalayan vatandaşlık bilinciyle, yağmur çamur demeden saatlerce ÇED kuyruklarında bekleyerek kent haklarına sahip çıkanların mücadelesi, 27 Nisan 2011’de ortaya atılan distopyanın kaderini tayin edecektir. Mega kentkırım projesi nasıl basit bir kent projesi gibi sandığa sığdırılamazsa, mücadele de basit bir oylamaya indirgenemez. İlla bir çağrı yapılacaksa, sandığa değil, kentin ve ülkenin geleceğine yapılmalıdır.

cukurda-defineci-avi-540867-1.