Üç hafta kadar önceydi. Bahçeden bir gürültü geldi. Bizim köpekler havlamaya başladı.

Üç hafta kadar önceydi. Bahçeden bir gürültü geldi. Bizim köpekler havlamaya başladı. Ben bir şeyler yazıyordum, aldırmadım. Havlamalar kesilmedi. Acaba densiz bir kedi sınırlarımızı ihlal mi etti? Yoksa bizimkiler, sokaktan geçen birilerinin tipini mi beğenmedi?

Bahçeye çıktım. Görüntü enteresandı: bizim genç labrador hanımefendimiz ve ihtiyar sosis beyefendimiz oradaki “hareket eden bir kutu”dan fena halde huylanmışlar. Hem onu inceliyorlar, hem de bağır çağır tepkilerini dile getiriyorlar. “Kutu”nun da pek hareket edecek hali kalmamış. Başıyla dört ayağını içeri çekerek “Kapalıyız kardeşim, gidin başımdan” mesajını veriyor.

Bizim köpekler Rusya’dan geldi. Ve sanırım orada da burada da henüz bir kaplumbağa görmediler. Koruduklarını sandıkları bu bahçeyle ilgili cazgırlıkları ve ilk kez gördükleri bu yaratığa karşı duydukları merak oldukça ilginç bir şekilde birleşiyor. Tam fotoğraflık bir an yani. (Fotoğraf da bu anı yansıtıyor zaten.)

Çare yok, kaplumbağayı da evlat edineceğiz. (“Evlat” diyorum da, belki havyan 150 yaşındadır, neyse!) O gün bu gündür bizde yaşıyor. Gerçi bir kez bizi korkuttu; bulduğu bir delikten komşu bahçeye geçmiş, çok meraklandık; iki gün sonra bulabildik. Belki de iki dişi kalmış ihtiyarımızın, onun garip ve kemikten evini kemirme denemelerinden usandı. Ben ihtiyara – yaşına hürmeti unutmamaya çalışarak – bu tacizlerinden vazgeçmesi gerektiğini anlaşılır bir dille açıklayınca, galiba mesele halloldu.

*      *      *

Böylece nüfusumuz arttı. Hayatımız daha da renklendi. Kolay mı, tarihi bir şahsiyet katıldı aramıza! Dünyanın soyu tükenmemiş en eski hayvanlarından biri, üstelik vücut yapısı 200 milyon yıldan beri önemli bir değişikliğe uğramayan kişilikli bir yaratık!..

Şimdi bazı saatlerde kaplumbağamız bahçenin tek sahibi havalarında bir o tarafa bir bu tarafa geziyor. Ben yanına gittiğimde, ilk günlerdeki gibi kafasını içeri çekmiyor. O da beni dikkatle inceliyor. Çok da onurlu; mesela, karpuzu burnuna sokak gibi uzattığınızda yemeyi reddediyor; ama önüne bıraktığınızda afiyetle midesine indiriyor.

Biraz sohbet edebilseydik… Nereli acaba? Yani hangi türden? Akdeniz kaplumbağası veya Fırat kaplumbağası değil herhalde. Nil kaplumbağası hiç değil. Yaşını ve cinsiyetini de merak ediyoruz (en azından adını koymak için bu gerekli sanki), ama öğrenmek için onu kurcalamıyoruz. Ne de olsa yeni tanıştık sayılır, şimdilik laubaliliğe gerek yok.

Bu hayvanda en çok hoşuma giden şeylerden biri, beni hızıyla şaşırtması. Yanlış okumadınız, hız dedim. Onca yavaş hareketlerine rağmen, siz bir-iki dakikalık bir ufak işinizi halledene kadar bahçesinin öbür ucuna gidip ortadan kayboluyor. Sonra işin yoksa onu ara dur. Çalıların arasında kaybolmasın diye sırtını boyamayı bile düşündüm, ama sonra utanarak bu korkunç düşüncemi kimseye söylememe kararı aldım.

Ne var ki yavaşlık, hız ve hayatı yaşayış tarzı üzerine hâlâ kafa yormaya devam ediyorum. Kaplumbağanın ağır tavırlarında ve dikkatli bakışlarında, sanki benim koşturmacalarımı anlamsız ve gülünç bulduğu mesajı yatıyor.

Ama ne yaparsın kaplumbağa beyefendi (veya hanımefendi)! Burası İstanbul! Takvimlerde 21. Yüzyıl. Hep birçok işimiz var ve hep zamanımız yok. Durmadan bir şeylere yetişmeye çalışıyoruz. Bir işi hakkıyla tamamlamadan aklımıza öteki takılıyor.

*      *      *

Ben tam da kaplumbağanın yavaşlığını bir hayat felsefesi olarak incelerken, memleket bambaşka bir havada. Sokaklarda parti otobüsleri, hoparlörlerle yapılan konuşmalar, kulak patlatan şarkılar ve marşlar… Mitingler, tribünlerde küfür soluğunda konuşmalar, aşağıda cümlelerden çok ses tonundaki iniş çıkışları algılamaya çalışıp alkış ve sloganlarla oyuna bir kenarından katılarak eğlenen binlerce insan… Sonra koştur koştur başka bir kente, başka bir meydana taşınıyor bu telaş… Yeniden aynı gürültülü sahneler… Yeniden bu anlamsız sürat…

Miting alanlarından çekilen bazı insan fotoğraflarını büyütüp benim kaplumbağanın zeki bakışıyla yan yana getirerek karşılaştırmak istiyorum. Çok koşturup az düşünen birçok insana kıyasla benim “yeni evladım” daha akıllı ve bilge görünüyor bana. Üstelik gayet sakin ve kendinden emin.

Doğrusu kaplumbağamız, AKP’nin oy oranının yüzde 45 civarında mı, 50’lerde mi olacağını da hiç merak etmiyor. Kim bilir, Osmanlılar’dan bu yana kaç padişah ve başbakan gördü. Ve daha kaç tanesini görecek. Her şeyin bu pazar günü değişeceğini, haftaya yeni bir hayata başlayacağımızı düşünenlerden de değil.

*      *      *

Ben kaplumbağanın yavaşlığı ile yeni bir hayat felsefesi arasında bağ kurmaya çabalarken, dünya ve ülke medyasında “hayatı yavaşlayarak ve hissederek yaşamak” mesajı taşıyan yazılar artıyor.

Onlar kaplumbağadan çok salyangoza takmış durumdalar. En azından Cittaslow hareketi öyle. Sembolleri bir salyangoz. Hareket, İtalyanca Citta (Şehir) ve İngilizce Slow (Yavaş) kelimelerinden oluşan Cittaslow kavramını öne çıkarıyor.

Küreselleşmenin kentlerin dokusunu bozduğunu, kent sakinlerinin hayat tarzını sıkıcı ve standart bir hale getirdiğini belirterek yavaş ve bilinçli hareket etme çağrısı yapıyor. Ye­rel kimliğini ve özelliklerini koruyan kasabaların ve kentlerin birliğini hedefliyor.

Yöresel zanaatlar, tatlar ve sanatlar neydi? Onları kaybetmemek için neler yapılabilir? Ne yapılsa da kentlerin rengi, müziği, hikâyesi bozulmasa? Hava, gürültü, ışık ve elektromanyetik kirlilik eğilimi ile nasıl başa çıkılabilir? Çevreye ve insana zararlı olmayan al­ternatif ve yenilenebilir enerji kaynakları nasıl özendirilir? Bu konularda kafa yoruyor.

Cittaslow hareketi 1999 yılında İtalya’da ortaya çıkıp dünyaya yayılmış. Bugün 19 ülkede 129 üyesi olan bu hareketin bir amacının da, “Slow Food” (yavaş yemek) felsefesini kentsel boyuta taşımak olduğu vurgulanıyor.

Hareketin önderlerinden biri şöyle diyor: “Yavaş Şehir olmak, her şeyi durdurup zamanı geri almak anlamına gelmiyor. Müzelerin içerisinde yaşamak istemiyoruz, tek istediğimiz modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek”.

Hareket, Türkiye’ye de sıçramış durumda. Cittaslow ağının simgesi salyangozlar İstanbul’un farklı semtlerinde ortaya çıkıyor. Türkiye’de Cittaslow bayrağını almaya hak kazanmış bir tek yer var şimdilik: Seferihisar.

 

Cittaslow hareketi ile ilgili ulusal basında okuduğum bazı yazılar, maalesef sonunda ticarileşerek “Evet, mutlaka böyle yaşanmalıdır, bunun için de falanca şirketin filanca bölgede yaptığı sitelerden ev alınmalıdır” çağrılarıyla tamamlanıyor. Demek ki, yavaşlık felsefesini bir hayat tarzı olarak sindirmek için biraz daha zamana ihtiyacımız var…

 

*      *      *

Yavaşlık deyince aklıma geldi. Geçenlerde bir yazımda Leo Babauta’nın bilgece yaklaşımlarını aktarmıştım:

“Sadece bir anlığına durun. Çevrenizde olup bitenlere kulak kabartın. Nefesinizin giriş çıkışını hissedin. Düşüncelerinizi dinleyin. Etrafınızdaki ayrıntıları görün.

Bütün gün telaş içindeyiz, acele ediyoruz; onu yap, bunu getir, şunu götür, konuş, ara, e-posta yaz-yolla-oku, internette bir sekmeden diğerine geç, bir bağlantıdan öbürüne atla.

Bütün bunların bir bedeli var: tahayyül etmeye zamanımız kalmıyor, gözlemeye ve dinlemeye zamanımız kalmıyor. Huzurumuz kalmıyor.

Günlerinizi nasıl geçirdiğinizi bir düşünün; işte, işten sonra, işe hazırlanırken, akşamları, hafta sonları. Hep telaş içinde misiniz?

Durun. Hayatınızı düşünün, nasıl olmasını isterdiniz. Hayatınızda daha az hareket, daha az iş, daha az telaş görün. Hayatınızın daha sakin, daha sessiz, daha huzurlu olduğunu görün.

Durmanın tadına varın. Hakiki bir hazinedir. Hepimizin, her an yararlanabileceği hakiki bir hazine.”

*      *      *

Acaba bizim kaplumbağanın adını Leo Babauta mı koysak?...