"House of cards”, “handmaid’s tale”, “black mirror”, “mr. robot”, “altered carbon”, “la casa de papel” derken iyice sokaktan koptuk. bir yarımız bu dizileri seyrederken, bir diğerimiz, “söz”, “savaşçı”, “diriliş”, “fazilet hanım ve kızları”, bilmem ne çiçekleri, bir dolu kalp dizileriyle hayatlarına devam etmeye çalışıyor.

Kara dizi

Nurşen Bakır - Akademisyen, Sinema

Diziyi merakımdan bir iki hafta seyrettim. Anlattıkları siyasi hayatlar birer figür ve üç beş lafa inmişti. bir arkadaşım fena mı bak zamane gençleri devrimcileri öğreniyorlar az da olsa ne düşündüklerinden, yaptıklarından, mücadelelerinden haberdar oluyor, bu zamanda o devrimci hayatların anlatılması çok önemli demişti. bu söylem bana kötü restore edilen antik yapıları hatırlatıyordu. insanın o yapıların dönüştüğü ucubeleri görünce keşke hiç kazılıp çıkarılmasaydılar, toprağın altında öyle kalsalardı diyesi çok olmuştur. bazen hayal gücünün tamamladıkları daha kuvvetli ve anlamlı olabilir. neyi nasıl, hangi bağlam içinde hatırladığımız önemli. çünkü bu hatırlama aslının yerine hemen geçiverir. böylelikle bir ülkenin devrimci mücadelesi de sanat yönetmeni cici bici kızlarımızın, oğlanlarımızın özenle hazırladığı dekorlar, şeker ışıklar, tane tane konuşan, derin tarihi analizler yapan karakterlerin ‘orta sınıf devrimci’ oturma odalarına hapsoldu.

Şimdilerde internet sağ olsun. bir oturuşta bir dizinin bütün bölümlerini seyretme imkânımız var. “hatırla sevgili”yi de yayımlandıktan beş sene sonra soğuk, yağışlı bir hafta sonunda bitirdim. diziden ne kaldı derseniz. sadece hüzünlü karakterler. dizi hayal kırıklığı abidesi olarak tarihe geçebilir. bunu yazan, gerçekleştiren arkadaşların eğer bir başarısı varsa işte bu: devrimcilik hayal kırıklığıdır. mühim olan aşkımız.

Dizinin yapıldığı yıllar pişmanlıklardan sıyrılıp yeni ufuklara yelken açma patinajları yıllarıydı. dizinin danışmanlarından biriyle şöyle bir konuşma geçmişti aramızda. artık umutlu olmak istiyorum, sanki bir vahiy inmişçesine bu konuda kararlıydı. başımıza gelenleri yazmalı, konuşmalıyız. bize şimdi bu imkân veriliyor. bu hükümet (akp) bana umut veriyor demişti. çok şaşırmıştım. kendilerince sorumlu tuttukları eski yoldaşlarına acımasızca davrandılar. kalemleri ve dilleriyle epey bir hasar yaptılar. bu ruh hallerini dizileştirmelerine, ‘kendinden nefret eden solcu’ tefrikalarına rağmen bir türlü huzur bulamadılar. ne olması gerekiyordu da olmamıştı? bu bizlere bir söz verildi ve tutulmadı hırçınlığıyla sadece diziler yapılmadı, kitaplar, makaleler yazıldı, siyasi, sosyal bir dolu tartışma yapıldı. belki bir gün bunlar da dizi malzemesi olur ve bu ruh halleriyle tarih yazanları yakından tanırız.

şimdilerde dizilerin çokluğuyla dizi takip etmek toplu ayin halinden çıkmışa benziyor. her sınıfa, ideolojiye, eğitim, yaş seviyesine uygun dizi var. ister yerli, ister yabancı. kendine uygun bir dizinin peşine takılıp gidebilirsin. seyrettiğin diziyi söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana.

sinemaya gitmenin lükse girdiği şu sıralar metroda, bekleme odalarında bir çok kişi mobil cihazlarında dizi seyrediyor. çoğumuzun takip ettiği bir dizi veya bir kaç dizi var. sohbetlerin önemli bir bölümü diziler üstüne dönüyor. internet üzerinden yayınlanan alternatif diziler de sistemle ‘özgür’ bireyin açılan arasını doldurmaya kararlı. ülkenin eğitilmiş evrensel anlayışlara ve değerlere sahip kimseleri de ileri ülkelerde ne seyrediliyorsa onları seyrediyor. bedenen buradayız ama ruhen oradayız. birçok çelişkiye dizi yabancılaşması da eklendi. geçen “handmaid’s tale” üzerine yazan genç bir köşe yazarı türkiye’deki kadının durumu da damızlık seviyesine mi gidiyor diye soruyor? sorunun cevabını bilmiyorum fakat hayatın diziler üzerinden analiz edilmesini ilginç buluyorum. bir belgesel çekimi için dolaştığım iç anadolu’da diriliş dizisinin izlerini görünce herhalde yakında ülke, şehirler, kasabalar dizi bölgelerine, mahallerine ayrılacak hissine kapıldım. iki kış önce ege kasabalarına sığınan azınlık enteller de harıl harıl “narkos” seyrettiler. seks, uyuşturucu şiddet sarmalı hayal kırıklığına iyi geliyor olmalıydı. birkaç bölüm izledim. üstüne o zaman gösterilen “paramparça” dizisiyle bir duş aldım. narkos dizisine kolombiya’dan itirazlar geldi. netflix, “kolombiya’yı tek boyutlu bir ülke haline dönüştürüyorsunuz” itirazlarına kulak asmadı, sonunda dizi escobar’ın oğlunun bile canını sıktı. yakında gabriel garcia marquez’in bir kitabını dizileştirip kolombiya’nın gönlünü alırlar.

“house of cards”, “handmaid’s tale”, “black mirror”, “mr. robot”, “altered carbon”, “la casa de papel” derken iyice sokaktan koptuk. bir yarımız bu dizileri seyrederken, bir diğerimiz, “söz”, “savaşçı”, “diriliş”, “fazilet hanım ve kızları”, bilmem ne çiçekleri, bir dolu kalp dizileriyle hayatlarına devam etmeye çalışıyor. yerli, yabancı dizi kokteyli yapanlar da az değil. yerköy, yozgat’ta konuştuğum bir yorgancı günlük hayatından bahsederken hanımıyla aralarındaki en büyük tartışmanın dizi yüzünden olduğunu söyledi. ama benim hanım bütün dizileri izlemek istiyor dedi. hiç ayırt etmeksizin. artık “kendine ait bir oda”dan çok “kendine ait bir ekran” günümüz için daha manalı bir başlık olabilir.

doğrusu iyi bir dizi izleyicisi hiç olmadım. birçok nedenden. dizi seyircisi olmak düzenli bir hayat gerektirir. iki iş, okul, iki üç saat uykuyla geçen amerika yıllarımda hele hiç olamadım. o yıllarda bırak dizi seyretmeyi yemek yemeğe vaktim olmazdı. dizi seyretmek neredeyse bir refah seviyesi gerektirir dersem umarım çok ileri gitmiş olmam.

dizi seyretmeyip sonradan hepsini seyretmek de diziciliğe pek uymuyor. dizileri herkes seyrederken seyretmelisiniz. dizi yoldaşı olmak istiyorsanız, bu şart. netflix’e üye olup gündemden kopmayayımın derdine düştüğüme göre refah seviyemde bir ilerleme var . üye olur olmaz aralarında “hunting of unabomber” ın da olduğu bir kaç diziyi hızlıca tıkındım (binging-topluca dizi seyretme terminolojisi oldu). ‘unabomber’ olayını new york yıllarımda yakından takip ederdim. o zaman abc news haber arşivinde çalışırdım. mid-manhattan’ın florasan ışıklı, güzel bir gökdeleninde biz dünyaya hakimiz habercilerinin arşiv çalışmasını yapardım. işte bu soğuk, şık ve kendinden emin insanların dünyasının ortasına unabomber’un manifestosu bomba gibi düştü. ted kaczynski bir diğer adıyla ‘unabomber’ “sanayi toplumu ve geleceği” isimli manifestosunun yayınlanmasına giden yolu tek başına itinayla açtı. bu yolda üç kişiyi öldürdü, yirmi üç kişiyi yaraladı. sonunda teknolojiyi hemen her anlamda reddeden manifestosunu washington post ve the new york times’ta yayınlattı. kaczynski bu manifesto’da teknolojinin insanı tabiatından uzaklaştırdığını iddia ediyor. kapitalist rekabeti beslediğini, doğayı geri dönülmezcesine tahrip ettiğini, sadece parası olana hizmet eden bir sistemi derinleştirdiğini yazıyor. teknolojinin artık durdurulamaz olduğunu, her koşulda ilerlemeyi sürdüreceğini, çözümün anarşiden ve doğal yaşama dönmekten geçtiğini, birçok insanın ölümü göze alınarak bu beladan kurtulunabileceğini, eğer insan diye bir şeyin varlığının devamına inanıyorsak bunu yapmamızın şart olduğunu savunuyor.

“hunting of unabomber” dizisi de fbi’ın ted kaczynski’yi (unabomber) nasıl yakaladığı üzerine. dizi sanki ‘fbi şaka gibi’ konuşmalarına biraz ayar vermek için yapılmış. ted kaczynski’nin yakalanmasında hataları olsa bile fbi’in ne kadar titiz çalıştığını, hiçbir masraftan kaçınmadığını gösteren bir propaganda dizisi. manifestonun dili üzerinden çözümlemeler yapıp kaczynski’nin yakalanmasını sağlayan fbi ajanının da sonunda teknolojiyi, sistemi sorgulaması da ‘kırmızı trafik lambası’ epifanisine indirgenmiş. eh bunlar da meslek tehlikeleri. kurtlarla koşarsan… dizide ted kaczynski tam ne düşündü, ne yazdı anlaşılmıyor. psikolojik palavralar içine boğulmuş konu bir türlü sistem eleştirisine yanaşmıyor. zaten konumuz fbi, sistemin bekçisi ve onun itibarı. neyse ki bu sıralar trump’ın eline düştüler...

bu dizi ve ted kaczynski üzerine bu kadar yazdıktan sonra james bening’in “stemple pass” filminden bahsetmeden olmaz. biraz ruh temizliği de lazım. bening, unambomber’ın yıllarca yaşadığı kulübesinin bir kopyasını, aynı kaczynski’nin yaptığı gibi, montana’nın o uçsuz bucaksızmış hissi veren doğasına yerleştirmiş. kaczynski bu kulübede otuz yıl kadar elektriksiz, susuz tek başına yaşamış. dört mevsimi temsilen, dört ayrı statik çekimde sanki fbi ajanlarının yaptığı gibi uzaktan kulübeyi gözlüyoruz. doğal ambiyans seslerinin yanı sıra üst seste james bening, kaczynski’nin günlüklerinden pasajlar okuyor. bu günlükler kaczynski’nin 1970’lerde toplayıcı avcı günlerini, montana’nın vahşi güzelliğini anlatan günlük ‘sanayi toplumu ve geleceğinden’ bazı bölümleri de içeriyor. bu günlükler bize bir bilim insanının sisteme itirazının gittikçe nasıl şiddete evrildiğini adım adım anlatıyor. tercihini her şeye rağmen insan ve doğanın var olmasından yana kullandığını hissettiriyor. james bening gibi bir sanatçı, verilmiş bir mücadeleyi başka bir yorumun, gerçeğin, ideolojinin içinde eriterek değil; o mücadeleyi algılamamıza, hissetmemize imkân sağlayan bir görsellikle, duyguyla yapmış filmini. bir direnişin oluşumuna ihanet etmeden, nasılsa öyle anlatıyor.

televizyon ve internet dizileri ayrımı da başka bir yazı konusu olabilir. şimdilik internet dizilerinde oluşmuş bir kategoriden bahsetmekle yetinelim: ‘kara dizi’. renk düzenleme teknikleri, kamera açıları, soğuk renkleri, yüksek kontrastlı ışıkları, karamsar, sinik, gerilim, şiddet, ölüm, uyuşturucu, soygun, şantaj, cinsellik temaları ile kara filmler dünyasına geri dönmüş gibiyiz. hollywood sinemasında ekonomik depresyon, ikinci dünya savaşı ve sonrası yaşanan toplumsal karamsarlığın ifadeleri gibi algılanan kara filmler ile ardı ardına yapılan bu diziler arasında sadece estetik değil psikolojik ve sosyolojik benzerlikler de görebiliriz. billy wilder’ın “çifte tazminat” (double indemnity), howard hawks’ın “büyük uyku” (the big sleep) orson welles’in “bitmeyen balayı” (touch of evil) aklıma ilk gelenler. madem bu dizileri seyrediyoruz hiç değilse görsel hafızamıza bir kez daha dönüp baksak. bazen alışa geldiğimiz şeylere bir kez daha bulunduğumuz yerden bakmak yeni bir şeyler fark etme, anlama imkânı verir. sadece kendimize dair değil üstümüze boca edilen imgelerin de tarihi, ideolojisi ve bağlamları hakkında bir bilgimiz olur. belki “uygarlığın huzursuzluğu”nun hep aynı reçetelerle geçiştirildiğini fark edebiliriz. ihanetin bin bir şekli vardır.

Kapitalizm bütün ruhların kendisine biat etmesini ister. sizin önem verdiğiniz direnişleri, mücadeleleri birer hikayeye dönüştürür, içini boşaltır ve kıyıda, köşede kalmış isyanlarınıza, dirençlerinize panzehir olarak geri satar.

bu sıralar dizilere bize verilen sözler tutulmadı öyleyse biz de kötü çocuklar olmaya hak kazandık ruh halleri hakim. bu hayal kırıklıklarının derinleşmiş aşaması bir süre daha devam edeceğe benziyor. hemen hemen her dizi kapitalist sistemin gazabına uğramış, ona buna şöyle veya böyle isyan eden karakterlerle dolu. işte biz de ruhlarımızın en derinlerindeki karanlıkları daha da derinleştirip, hırçın bir çocuk haliyle önüne gelene bam bam bam, dağılsın gitsin beyinler… sonra tıpış tıpış köle hayatlarımıza dönelim. her sabah küllerimizden var olup metrolarda, otobüslerde git-gel. neye gel? anti-depresyonlu dizi saatlerine. bu istanbul’da da böyle new york’ta da. ruhen evrenseliz.