Kapitalist Abramowitz Rusya’yı ne kadar kurtarabilirse, Batman de dünyayı o kadar kurtarır. Kara Şövalye gelmiş geçmiş en kârlı film olma yolunda rekorları kırarak ilerliyor...

Kapitalist Abramowitz Rusya’yı ne kadar  kurtarabilirse, Batman de dünyayı o kadar kurtarır..

Kara Şövalye gelmiş geçmiş en kârlı film olma yolunda rekorları kırarak ilerliyor. Amerikalı eleştirmenlerin çoğundan çok iyi notlar aldığı (metacritic.com’a göre ortalaması 82) gibi seyircilerin de gönlünü fethetti ve imdb.com’da ‘Baba’yı yerinden ederek gelmiş geçmiş en iyi film unvanını ele geçirdi. Eh, muhalefet etmenin tam zamanı demek ki. Bir defa film hiç de iddia edildiği gibi, insanlık hali üzerine derin şeyler söylemiyor. Kimi yazarları okuyunca sanki Shakespeare’in Hamlet’iyle karşılaştırılabilecek bir eserle karşı karşıya olduğunuzu düşünürsünüz. Yok öyle bir şey. Yakın zamanın bir başka süper kahramanı ‘Hancock’ gibi, Batman’in de (Christian Bale) halkın gözünde değerinin tartışılır olduğu gerçeği bize sunuluyor filmde ama bu tartışılırlığın nedeni pek anlaşılamıyor. Batman tekaüte ayrılıp yerini görünür bir kahramana bırakmak istiyor ama Joker (Heath Ledger) denilen kötü adam yoluna engel koyuyor. Çünkü Joker, Batman gibi bir oyun arkadaşından mahrum kalmak istemiyor. Batman’in yerini bırakmak istediği kişi olan savcı Harvey Dent, yine pek anlaşılamayan koşullar altında sevgilisiyle birlikte kaçırıldıktan ve sevgilisini kaybettikten sonra yoldan çıkıyor ve kötü adama dönüşüyor. Yani neymiş; iyiler kötülere dünüşebilirmiş. Yahu, Yıldız Savaşları’ndan beri hep aynı hikâyeden sıkılmadınız mı? Bu mu büyük derinlik? Bu arada Harvey Dent’in soyadının niçin ‘diş’ anlamına geldiğini, kötü adama dönüşünce anlayacaksınız. Bu kadar kör gözüm parmağına olur yani. 

 

BİR TERÖRİST OLARAK ‘JOKER’

Fakat filmin 11 Eylül sonrası Amerika’sı ve onun politikalarıyla yakından ilgisi var. Birincisi Joker bir tür terörist, bir intihar bombacısı olarak resmediliyor. Bir keresinde beline doladığı bombalarla tehdit ediyor düşmanlarını. İntihar bombacıları, (yaptıklarını zerre kadar onaylamadığımı belirteyim) bir defa politik insanlar. Joker apolitik. Neden kötü olduğuna dair iki ayrı hikâye anlatıyor, herhangi biri doğru mu bilmiyoruz. İkisi de onu psikopat yapmaya yeter ama olsa olsa seri katil olur çıkar. Joker’in parayla da alakası yok (ama limitsiz kaynağı var), tek istediği dünyanın yandığını görmek. Böylece onaylamasak da anlaşılır nedenleri olan intihar eylemleri, psikopatlıkla eşdeğer hale getiriliyor. Terör eylemlerinin nedeni, nedensizce ‘dünyanın yanmasını görmeyi istemek’ olarak gösteriliyor. Oysa Irak’ta ve Filisten’de aramadığınız kadar çok neden var, teröre yönelmek için. Joker biraz da ‘Kıyamet’in Albay Kurtz’ünü hatırlatıyor. Kurtz savaşı kazanmak için nasıl kuralsızlığı ilke edindiyse, Joker de aynısını yapmış. Yine bir başka Marlon Brando filmi olan ‘İsyan’ da (Burn/Queimada) aklıma gelen filmler arasındaydı. Batman’in uşağı bir suçluyu yakalamak için ‘bir ormanı yaktıklarını’ söylüyordu filmin bir yerinde. ‘İsyan’da devrimciler orman yakılarak yakalanıyordu, emperyalistler tarafından. Bu da Batman ve ekibini geçmişin ve bugünün emperyalist ABD’siyle özdeşleştiriyor.

MEŞRULAŞAN İŞLER

Evet, bu yapılanlar, orman veya ülke yakmalar, insanları gözlemeler ve dinlemeler hoş değil ama Joker de hoş değil. Dolayısıyla, karanlık şövalyenin karanlık işleri nihayetinde meşrulaşıyor. Bu arada Batman’in gerçek hayattaki Bruce Wayne olarak kimliği de tıpkı Ironman gibi kapitalist bir playboy. Ironman gerçekten öyleyken, Batman’in ilk filmini hatırlayanlar bunun sadece bir vitrin olduğunu biliyor. Yani vitrin olan playboyluk, mültimilyarder kapitalistlik değil; o yine gerçek. Yine dünyayı kurtarmak bir kapitaliste kalmış durumda yani, oysa hayatta dünyayı kan gölüne çevirenler onların doymak bilmez kar arzusu. Bruce Wayne’in playboy olarak eylemlerinden biri, Rus bale ekibinin bütün kadınlarını yatına toplayıp geziye götürmek. Ve bunu akşamki gösterilerini iptal ettirerek yapıyor. Burada artık playboyluk gösterisi gösteri olmaktan çıkıyor, hakarete dönüşüyor. Bizim Karadeniz erkeklerinin bütün Rus kadınlarını orospular (Nataşalar) olarak görmeleri gibi bir durum var. Bale mi sanat mı akşama bilet almış seyircilere sunmamız gereken bir gösteri var mı boş ver diyor Rus balerinler ve para kimdeyse ona koşuyor. Kısaca hepsi orospu. Yuh yani! Rusya’daki vahşi kapitalizm birçok kadının fuhuşa zorlanmasına neden oldu, tıpkı Bruce Wayne benzeri mültümilyarderlerin türemesine de neden olduğu gibi. Birilerinin zenginliğiyle diğerlerinin sefaleti eşzamanlı gerçekleşti. Abramowitz ne kadar Rusya’yı kurtarabilirse, Bruce Wayne de dünyayı o kadar kurtarır.

Filmde Heath Ledger’in oyunculuğu çok beğenildi. Tamam fena değil ama o kadar. Yılanvari dil çıkarmalar çok yaratıcı bir buluş değil bence. Oyuncuların en iyisi Maggie Gyllenhaal; ne zaman gözükse film biraz renkleniyor. Filmin aksiyon sahnelerinin de pek öyle ahım şahım bir yanı yok. Harala gürele işte.

 

Kara Şövalye

Orijinal Adı: The Dark Knight Yönetmen: Christopher Nolan Oyuncular: Christian Bale, Gary Oldman, Heath Ledger, Maggie Gyllenhaal, Morgan Freeman, Cillian Murphy, Aaron Eckhart, Michael Caine Türü: Aksiyon, Suç, Dram, Macera Ülke: ABD Süre: 159 dakika

***

"BEN NASIL KURTULUR?"

Ben X’in kahramanı Ben çok ciddi sosyalleşememe sorunları yaşayan bir lise öğrencisi. Ben’in bu durumuna bir doktor ‘Asperger’ sendromu teşhisi koyuyor. Anlaşıldığı kadarıyla bu bir tür hafif otizm. Ben’in tek sosyalleştiği alan bilgisayar. Orada oynadığı savaş oyununda bir kızla ilişkiye geçiyor, sanal olarak. Ama okulda durumu berbat. Biri hariç bütün sınıf arkadaşları, Ben’in durumuyla alay ediyor, onu küçük düşürüyor. Okul öğrencileri adeta birer şeytan, okul da cehennem. Film Ben’in intiharın eşiğine gelişini anlatıyor bu süreç içinde.

 

AB’NİN MERKEZİNDEKİ CANAVARLIK

Filmin zaafı sınıf öğrencilerinin psikolojisiyle hiç ilgilenmemesi. Bu canavarlıklarının nedeni ne, nasıl bu kadar ‘uygar’ bir ülke (AB’nin merkezi Belçika’da geçiyor film) böylesine bir vahşet üretiyor? Bunlar filmin konusuna girmiyor. O zaman da, ‘zayıfları’ ezmeyin nevinden bir ahlak mesajı vermekle yetinmiş oluyor.

 

***

 

KORKU SİNEMASI VE ORTODOX LİBERALLER

Ortodox liberal kavramı Haluk Şahin’e ait. Ben de kendi alanımdan kavrama katkıda bulunmaya çalışacağım.

Bir ortodox liberalin aslında kurt adam olduğunu nasıl anlarsınız?

Ortodox liberale ‘emperyalizm’ deyin. Dişlerinin uzadığını ve tırnaklarının çıktığını göreceksiniz. ‘Ulusal çıkar’ gibi bir kavram kullandığınızda dönüşüm tamamlanacak ve kılları da uzayacaktır. Şimdi size “ya bizdensin ya da düşmansın, ortak bir noktamız yok” diye saldıracaktır. Hazırlıklı olun.

Bir Ortodox liberalin vampir olduğunu nasıl anlarsınız?

Ülkenizin ekonomik veya siyasal krize girmesini, büyük bir doğal felakete (deprem, tsunami, fırtına) uğramasını ya da borç batağına sürüklenmesini bekleyin. Liberal derhal harekete geçecek “sat, sat, sat, özelleştir, özelleştir, özelleştir, altyapıya, sağlığa ve eğitime para harcama!” diye bağırmaya başlayacaktır. Kanınızı son damlasına kadar emdikten yani varınıza yoğunuza el koyduktan sonra, ‘yeşil bölge’ tabir edilen kalın duvarlar arkasındaki sığınağına çekilecektir.

***

BELGESEL: ‘SON KUMSAL’IMIZI KORUYALIM!

Yaşadığınız şehrin sahilinden denize girebilmek ne kadar büyük bir nimet olmalı. Mesela Boğaz doğal bir sahil şeridine sahip olsa, istediğimiz zaman plajlara gidip oradan denize girebilsek, ne şahane olurdu. İstanbul bu şansı kaybedeli çok zaman oldu. Ben yine de bir kısmına yetiştim, Tarabya’dan, Kilyos’tan, Fenerbahçe’den, Suadiye’den denize girdim. Uzun zamandır denize girmek deyince aklıma İstanbul gelmiyor. Hâlâ bu olanak kısıtlı olarak var olsa da.

Doğu Karadeniz insanı bu şansa büyük ölçüde sahipti. Yani kıyıda eğlenebiliyor, balık tutuyor, top oynuyor, sahil kahvelerinde yorgunluk gideriyor, sosyalleşiyor ve denize girebiliyordu. Ta ki Karadeniz Otoyolu inşa edilene dek. Doğu Karadeniz kıyılarını doldurup, oradan bir otoyol geçirdiler bildiğiniz gibi. Artık zaten sosyal hayat konusunda son derece yoksul olan kıyı kasabalarının ve şehrinin temel rekreasyon olanağı yok olmuş durumda. Çocuklar denize giremiyor, top oynayamıyor, sosyalleşemiyorlar. Daha da korkuncu otoyolu aşıp, kalan küçücük kıyı parçalarından denize girmeye çalışırken araba altlarında kalıyorlar. Kâzım Koyuncu’nun bir albümüne isim olarak koyduğu ‘viya’yı yapamıyorlar. ‘Viya’ bir tür aletsiz surf demek, dalgalara kendini bırakıp onla birlikte kaymak demekmiş, Ümit Kıvanç’ın ‘Şarkılarla Geçtim Aranızdan’ adlı nefis belgeselinden öğrendiğimize göre.

İşin bir de doğa kısmı var. Kıyılar deniz yaşamının en canlı olduğu yerler. Balıklar, yengeçler, aklınıza ne gelirse buralarda yumurtlar, buralarda beslenir. Sahiller binlerce yılda oluşuyor. Doğal bir sahili yok etmek oradaki deniz hayatını da yok etmektir. Yaşamayan, kıyısına kayığınızı çekemediğiniz, içinde yüzemediğiniz bir deniziniz olsa ne olur, olmasa ne?

HİZMETTE SINIR YOKTUR!

İşte bir başka belgesel, Rüya Köksal ve Aydın Kudu’nun birlikte hazırladıkları ‘Son Kumsal’ Doğu Karadeniz’in otoyol inşaatıyla neler kaybettiğini anlatıyor. Seyrederken içiniz acıyor ve 2000’lerde bu kadar cahilce, insanlık ve doğa düşmanı bir proje nasıl gerçekleştirilir diye düşünüyorsunuz. Ama aslında tam da bu zamanda böyle şeylerin gerçekleştirilebileceğini, biraz neo-liberal ekonomi politikalarına baktığınızda fark ediyorsunuz. Mühim olan, özel sektöre devlet eliyle kâr olanakları yaratmaksa, hizmette sınır yoktur. Yine de aynı mantık içinde bile bu projenin akıl alır yanı yok. Çünkü kâr etmekse amaç aynı şey turizmle de sağlanabilirdi. Turizm de kirletecek ve doğal dokuya zarar verecekti muhakkak ama bu kadar değil.

SALDIRIYA DİRENMELİ

‘Son Kumsal’ı yapan Kudu ve Köksal filmi çekmekle yetinmediler ama. Doğuyu kaybettik bari Batı Karadeniz’i de kaybetmeyelim diye kendi olanaklarıyla yola koyuldular. Amaçları filmlerini Batı Karadeniz kasabalarında gösterip neyin tehlikede olduğunu insanlara göstermekti. Projeksiyon makinesi ve ses düzeni satın alıp filmlerini çeşitli yerlerde gösterdiler. Ta ki İnebolu’ya kadar. İnebolu Belediye Başkanı AKP’li İdris Güleç filmin gösterimini durdurtup, Kudu ve Köksal’ı kasabadan kovdu. Sadece kovmakla kalmamış Kudu’nun iddiasına göre filmin sadece 7 dakikasını izleyen başkan şunları da söylemişti: “Senin şimdi kırarım ağzını burnunu dağıtırım. Sen beni ne sanıyorsun... Defolun gidin buradan...” (Radikal Gazetesi, 24 Temmuz 2008). Güleç’in iddiasına göre film Başbakan Erdoğan’a hakaret ediyormuş. ‘Son Kumsal’ı Documentarist’te seyrettim. Son derece başarılı bir belgeseldi ve içinde kesinlikle hakaret yoktu; ne Erdoğan’a ne de başka bir kimseye. Sinema Yazarları Derneği olarak filmi yılın en iyi belgesel adayları arasına aldık. En iyi film seçilme şansının oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. İşte 7 dakikada yasaklanan film, böyle bir film. İnebolu’dan korku içinde ayrılan Kudu ve Köksal gittikleri Abana’da da kaymakamın yasağıyla karşılaştılar ve filmlerini orada da gösteremediler. Şimdi Sinop’talar. Bir yandan Gerze’de sürmekte olan otoyol çalışmasını görüntülüyorlar, bir yandan da orada çok daha güçlü olan sivil toplum örgütleri yardımıyla filmlerini gösteriyorlar. Gerze’yi balina Aydın’ın favori kıyıları olarak bir zamanlar çok duyardık. Şimdi keşke otoyolun durduğu yer olarak yeniden gündemimize otursa.

Yorumsuz gösterilen çarpıcı görüntülerden biri de Karadeniz kasabalarına dikilen plastik palmiye ağaçlarıydı. Hani Boğaz Köprüsü’nün ışıklandırılması nasıl bir zevke işaret ediyorsa, bu palmiye ağaçları da öyle bir zevke işaret ediyor. Bu yapay ağaçları dikenlerden, doğaya sahip çıkmalarını bekleyemiz. Bunun için herkes elinden geldiğince Aydın Kudu ve Rüya Köksal’a destek olmalı, Karadeniz otoyolunu durdurmak için elinden ne geliyorsa yapmalı. Belgesel sinemaya, Antalya Film Festivali’nde ödül verilmemesiyle başlayan saldırıya direnmeli.