Kararnameler Cumhuriyeti’nde seçicilik ve tâbi hukuk

Ayşegül KARS KAYNAR

Hazır şu aralar AYM tartışılıyorken, eski bir hadiseyi hatırlatarak başlayayım. Mart 2008’de AKP hakkında kapatma davası açıldı. Gerekçe, partinin laiklik karşıtı faaliyetlerin odağı haline gelmiş olmasıydı. Daha önce aynı gerekçeyle kapatılan Refah ve Fazilet Partileri’nin dava dosyalarına benzer bir dosya hazırlandı. Dosyada bol bol parti yöneticilerinin konuşmalarına ve hükümetin yasama önerilerine yer verildi. O zamanlar mahkemenin önünde iki seçenek olduğu zannediliyordu: Ya davaya konu olan faaliyet “laikliği ihlal etmez” denerek kapatma talebi reddedilecek ya da “laiklik ihlal edilmiştir” denerek AKP kapatılacaktı. Dahası, eğer hukuki teamül denilen bir şey var idiyse, böyle bir dava açıldıktan sonra partinin kapatılması, kapatılmamasından daha büyük ihtimaldi. 

Temmuz ayının sonunda AYM’den Cumhuriyet tarihinin en absürt kararlarından biri geldi. AYM, AKP’nin laiklik karşıtı eylemlerin odak noktası haline geldiğini; AKP’nin faaliyetlerinin Anayasa’nın bu normunu ihlal ettiğini kabul etti. Ancak partiyi kapatmadı; para cezasına çarptırdı. Böylece mahkeme, bir siyasi partinin anayasa karşıtı faaliyetlerini tasdik etmiş ve ardından onun devleti yönetmesine hukuki onay vermiş oldu. O tarihten sonra Anayasa’nın laiklik normu partiyi serbest bıraktı. AKP de devlet tarafından onaylanmış bir İslamcı partiden beklenenleri yaptı. O tarih öncesinde laiklik karşıtı olarak görülen birçok işlem, politika ya da kanun; Anayasa tarafından kısıtlanmadan teker teker yürürlüğe girdi. Peki, anayasal bir norm olan laikliğin siyasi iktidarı sınırlamadığı bir devir açılmışken, anayasal devlet hala yaşıyor muydu?

Bu soruya olumlu yanıt verildi ve mesele, “hukuki yorum” sorunu bağlamına oturtuldu. Yorumlama hukuka içsel bir teknikti ama bu vakada salt yargısal bir faaliyet olarak kalmadı. Laiklik normunu yorumlayanlar ağırlıklı olarak dönemin entelektüelleri, gazetecileri, akademisyenleri; yani sivil toplumun fikir hayatını yöneten, zihinleri şekillendiren, meşruiyet üreten kesimleri oldu. Kısaca söylenen şuydu: AKP’nin politikaları laikliğe aykırı değildir. Mevzu bahis olan laikliğin farklı yorumlarıdır. Daha evvel Kemalizm “dışlayıcı laik” iken, AKP’nin laikliği pasif laikliktir. Böylece, AKP’nin İslamcı politikaları bir anda “AKP’nin pasif laikliği” ile yer değiştiriyor; İslamcılık laikliğin kapsamı içine alınıyordu. 

Yorumun bu şekilde İslam’a yumuşak bir geçiş sağlaması ve daha sert değişikliklere lüzum bırakmaması parlamentarizmin ruhuna da uygundu. 

Seçicilik ve Tâbi Hukuk 

Parlamentarizmden hiper-başkanlığa geçişin adım adım yaşandığı 2013-2017 dönemine gelindiğinde ise iktidar ve hukuk arasındaki ilişki çoktan çeşitlenmiş; yargı erkini kullanan hâkim ve savcıları yönetme becerisini geliştirmiş olan iktidar, çoktan hırçınlaşmıştı. Yorum yoluyla hukukun korumakla yükümlü olduğu norma saldırıya geçmesi, hukuki seçicilikle sınırlı sayıdaki şirkete hukuk kurallarının uygulanmaması, vergi kaçırma gibi kimi hukuk kurallarının sadece belli şahıslara uygulanması; muhalefetin yargılandığı ceza davalarında sıklıkla hukuk dışına çıkılması ve hukukun sündürülmesi; olağanüstü hal ile hukukun askıya alınması; hukuki istisnacılık ile kimi şahıslara, anayasayı o şahıs için askıya alan hukuki muamelede bulunulması; bunlar, Nisan 2017 öncesinde başlamıştı. Öyle ki iktidarın hukukla oynayışı, Kararnameler Cumhuriyeti’ni çağırır, Kararnameler Cumhuriyeti’ni arzular olmuştu.   
Kararnameler Cumhuriyeti bu göz kamaştırıcı hukuki çeşitliliği devraldı. Bu çeşitlilik mevcutken hiper-başkanlığın hukukla ilişkisini ihlale indirgemek yanlış olur. Kararnameler Cumhuriyeti’nde iktidar, çıkarlarını savunmak için hem bir politika aracı hem de retorik bir unsur olarak anayasayı, uluslararası belgeleri ve yasaları meşruiyet kaynağı olarak kullanır; çıkarlarına hizmet etmediği zaman reddeder. Aynı temelde, AYM zaman zaman alkışlanır, zaman zaman yuhalanır. Burada hukukun kaybettiği ilk nitelik üstünlüğüdür; zira hukuk, siyasi faydasına ya da menfaatlere uygunluğuna göre işletilen ya da işletilmeyen, meşruiyet kaynağı olan ya da olmayan ikincil bir statüye düşmüştür. Günümüzde hukuk üstün değil, tâbidir. 

Tâbi hukuku çalıştıran baskın bir teknik ya da strateji görülmüyor. Eş zamanlı olarak keyfiyeti, ihlali, seçiciliği ve yorumlamayı tespit edebilirsiniz. Karşılaştığım en yeni örneklerden olduğu için 20 Kasım’da TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nda geçen şu diyaloğa bakalım. Komisyon’da Türkiye’nin dış politikası konuşulurken Diyarbakır HEDEP Milletvekili Berdan Öztürk, Kürtler’in ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmesini ve Afrin’e yapılan operasyonlarda sivillerin ölmesini eleştirir. Bunun üzerine Komisyon Başkanı AKP’li Mehmet Muş şöyle cevap veriyor:  

“[b]öyle bir şey söz konusu olamaz. Anayasa’mızın 10’uncu maddesi: Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. 

Bir diğer konu, (…) Türkiye’nin uluslararası hukuktan doğan haklarından dolayı yürütmüş olduğu terör karşıtı operasyonları işgal olarak nitelendirmeniz. Birleşmiş Milletler Antlaşması 51. Madde meşru müdafaa: (…). Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyet’i devleti kendi meşru müdafaa hakkı çerçevesinde Suriye’nin kuzeyine, terör örgütüne karşı operasyonlar yürütmektedir.”

Burada bir ters çevirmeyle “herkes eşittir” ifadesi ayrımcılığı ve hak ihlallerini reddetmek için kullanılıyor. “Meşru müdafaa” ise sivil ölümleri meşrulaştırıyor.  

Yine de Kararnameler Cumhuriyeti’nde ön plana çıkan yorumlama yoluyla hukuk kurallarının ters çevrilmesi gibi zihinsel bir çaba değil; daha vulgar, bayağı, inceliksiz ve en önemlisi, hukuk dışı (rüşvet ve şantaj gibi) tekniklerin kullanılmasıdır. Gazeteciler, avukatlar, muhalif siyasetçiler yargılanırken ya da basına sansürü, çevreyi talanı, mülkiyet hakkı gaspını içeren kanunlar AYM tarafından onaylanırken bu yargılama ve onaya temel olan, mesela “terör”, “hakaret” ya da “mülkiyet” gibi terimlerin anlamları tartışmaya açılmıyor; bu terimlere yeni anlamlar yüklenmiyor. Anayasanın 26. Maddesi’nde belirtilen düşünce özgürlüğü, devlet büyüklerini ve kurumlarını eleştirmemek şartı aranarak uygulanadursun, ortaya “aktif düşünce özgürlüğü” ve “pasif düşünce özgürlüğü” ayrımı çıkmıyor. Düşünce özgürlüğü, düşünce özgürlüğüdür. Polis, savcı ve hâkim, devlet yöneticilerine yöneltilen eleştirileri fiilen bu özgürlükten yararlandırmazlar. 

Sonuçta da norm ve uygulanışı arasında hep bir boşluk, kapatılamayan bir aralık kalır. Meşruiyet yokluğu, işte o aralıkta mevcuttur. Elbette bu boşluğun ortaya çıkmasında iktidarın entelijensiya desteğinin ve ona meşruiyet bahşedecek sivil toplumun kalmamış olmasının rolü büyüktür. Böyle bir ortamda, hükümete bağımlı yargı elitinin hukuka bazen içsel bazen dışsal kararlarıyla özgürlükleri kısıtlaması ise hiper-başkanlığın sert ruhuna uygundur.