“Kardeşlerinin etini yemek kolay mı geldi?”

CEMAL DİNDAR *

İnsan, toprak, kardeşlik böyle, hem de hoyratça hırpalanırken hırpalayanların palazlandığı dönem boyunca bastırılmış güzel adları, onların yaratıcı emeklerini anmak iyidir. Coğrafyaya ve o coğrafyada birlikte yaşadığımız insanlara inancı, dahası güveni tazeler, havalandırır, yeşertir anımsamak.

1974-2015: Sağ çıkmaz

Lütfi Akad o adlardan biridir. Bugün başımıza gelenlerin kahince duyurusu olan Gelin, Düğün ve Diyet üçlemesinin ikincisi Düğün’de İstanbul’a göç etmiş kardeşlerin hikayesini anlatır. Beşik/yurt olarak anne ve esirgeyen/yasa olarak babanın olmadığı ‘İstanbul sahnesi’nde özellikle baba yerine geçenlerin, ağaların, beylerin, ağabeylerin nasıl hızla tiranlaştığını, ‘insan etiyle beslenmeye’ başladığını izleriz Düğün’de.

İki kız kardeş başlık parası için istemedikleri kişilere verilir. Okuyup ‘adam olacak’ Yusuf, ağabeyinin ‘adam yaralama’ suçunu üstlenmek zorunda kalıp cezaevine girer.

Halil’in İstanbul’da bir başarı hikayesi yazmayı kardeşleri için iyiyi dilemekle gerekçelendirmesinin öte yüzüne, ailenin İstanbul serüveninin hakikatini bildiren Zelha’nın sözleri yerleşir: “Cemile’nin cesedi üzerine düğün sofrası kurmuşuz. Yiyip içip şükür diyoruz. Bu mu kardeşlik!..” Şunu da sorar Zelha: “Şu İstanbul ormanında… aciz kardeşlerinin etini yemek kolay mı geldi?” Halil’in verdiği cevap benzer süreçlerde güç devşiren herkesin aklına gelen ilk cevap olur: “Ne yapmışsam sizin iyiliğiniz için yapmışım…”

Halil, İbrahim, Zelha, Yusuf… Mitos dili coğrafyanın hakikati olarak filmin hikayesini kat eder. İlginç olan ise; bu mitosları filmin hikayesine taşıyan kişinin Urfa’da hala yaşayan efsanedeki Zelha, yani bir kadın olmasıdır.

Düğün 1974 tarihli… Bir milada da yerleşiyor bu yanıyla.

Yetmişlerin ikinci yarısını da anımsayalım; 7 Haziran 2015 tarihinden bugüne olup bitenlerin bir ayna imgesi de yok mu o yıllarda!.. Hatta yetmişler tamamlanırken yaşanan siyasi krizi, şu ünlü cumhurbaşkanı seçme –seçememe ile somutlanan çıkışsızlığı, parlamentonun gülünç bir oyun alanı haline gelişini, işlevsizleştirildiğinin işaretlerini… 24 Ocak/12 Eylül Darbesi ile Türkiye’nin sağ bir çıkmaza kapatılışını…

Türkiye’de değerlerin altüst olacağı, “insan insanın kurdudur” zamanlarının başladığı bildirisi de var yani.

Kadim hikaye… Eşitsizlik tarihi

Bir grubu, topluluğu, toplumu, halkı bastırdıkça, baskı aygıtlarıyla tahakküm altına aldıkça, yani şehirlerin meydanlarını, mahalleleri her köşesi kontrol altına alınması gereken tekinsiz mekanlara dönüştürdükçe yeniden canlandırdığınız şey eşitsizliklerin tarihidir. Halil’in, İbrahim’in, Zelha’nın geldiği Urfa’da, onların ayrıldığı zamanlardaki Balıklı Göl’ü, o göllerde yaz sıcağında yüzgeçlik öğrenen çocukları da anımsayalım. Şimdi biri ayağını suya uzatsa bacağından olur herhalde. Eşitsizlikler, gündelik yaşamda ne denli çeşitlenmiş gibi görünse de öz olarak emek bölüşümüne dayanır ve köken olarak birkaç türlüdür.

İnsan türünün hikayesinde bunlardan ilki, cinsiyet temelli eşitsizlik olarak görünüyor. Kadının insanlıktan çıkartılması, erkeğin düzeninin aracısına, yani türün yeniden üretiminin aracına dönüştürülmesi bir toplumun geriletilebileceği diptir. Erkeğin ‘namus belası’na işlediği kadın cinayetlerinin muktedirlerin kadın karşıtı söylemleriyle aynı sahnede buluştuğu zamanlar yaşadık.

İki binlerin başlarında AB süreci, demokrasi havariliği, açılımlarla giden cennet düşünün bittiği ve bazılarının cennetten kovulacağının en önemli belirtisi bu kadın karşıtlığının nitelik değiştirmesi oldu. Bunun yanına ‘üç çocuk talebi’ni ve gelecekte, yani bugün asker ya da madenci kurbanların üretilmesi zorunluluğunu koyabiliriz.

Sonra, tam da toplum ruhsallığında eşitsizliklerin özeti olan; kadının toplumsal bir varlık olarak kabulünde güçlük çekme, emeğin değersizliğinin ahlaki tamamlayıcısı olarak muktedir kibri ve görgüsüzlüğü toplumca taşınamaz ve toplum kendini tanıyamaz hale geldiğinde, biliyorsunuz, Gezi oldu.

Sonrasında, muktedir keyfiyeti demokrasi oyunundan/cennetinden kovduklarını Habil ve Kabillere böldü. Katledilmiş kardeşleri ve annelerini meydanlarda değersizleştirme ve Kabataş Vakası’nda olduğu gibi, pornografik fanteziler üzerinden kendine yeni bir kavim/kitle inşa etme sürecine girişti.

‘Darbe mekaniği’ diyorlar ya, yetmişlerin ikinci yarısından beri çalışan ‘baskı mekaniği’ çalışmıyor olmalı ki, kutsal zamanda işleyen mitosların güncel yaşamda sürekli karşılığını bulduğu, bir halk için trajik zamanlar yaşıyoruz. Güncele bu kadar dolaysız müdahil olmuş kutsal zaman ise kendini iptal etmekle meşgul… Galiba bugüne değin içinde bulundukları gönül katılığı zihinsel bir küntlük de yaratıyor olmalı, borsada hisse senetleriyle oynar gibi, günün gereksinimlerine göre kutsallıkla oynamanın neye karşılık geldiğine dair hiç dertleri yokmuş gibi…

Şimdi oğul kurbanı günlerine geçmiş durumdalar. Şehitlik mertebesinin ilk sahnesi başka nedir ki!.. Koşulsuz bi’at, teslimiyet… İbrahimi imanın ilk koşulu. Biri arzu ettikleri gibi, kurdukları sahnede ve cephede öldü, diyelim… Eğer bir yakını bile bu sahneye itiraz ederse, ölen kişi kurban değerini kaybediyor işte.

Nemruti kibir

Kurban… Kelimenin akraba ile, yakın olma ile ortaklığı düşünüldüğünde, kurduğunuz sahnede sizin yolunuzda kurban olmuşları yakınlıktan ırak etmeniz denli zalimce ne olabilir!..

Balıklıgöl’de hala anlatılıyor o mitos: Zalim Nemrut… putlarına tapmadığı için Hazreti İbrahim’i ateşe attığında… “Ey ateş, İbrahim’e karşı serin ve selamet ol” emr’olundu. Odunlar balık ve ateş su oldu… Halil-ür Rahman Gölü öyle oluştu. Nemrut’un kızı Aynzeliha da kendini ateşe attı. Orda da Aynzeliha Gölü peyda oldu.

O Haliller dünyanın tüm İstanbullarına tüm iştahlarıyla yerleştiler. Yerleştikçe kendi putlarını Nemruti bir kibirle inşa da ettiler.

Ve yıl 1974. Zelha şunu sormaya başlamıştı. Hala da soruyor: “Kardeşlerinin etini yemek kolay mı geldi?”

*Psikiyatrist