Shakespeare Hamlet’te söylüyor ya: “Çürümüş bir şeyler var Danimarka krallığında!” Çürümüş bir şeyler artıyor gün be gün güzel ülkemde

Karton kahramanların sonu

Eren Aysan

Çocukluğumdan kalan unutulmaz anımdır. İlk defa İzmir’e gitmişsiz. Babam o meşhur saat kulesinin hemen altında Hasan Tahsin’i anlatıyor. Memleketin dört bir yanının talan edildiği dönemde, umutsuzluğun en yüksek olduğu anda eline silahı alıp çıkan ve tek başına savaşan gazeteciyi. Üstelik ülkenin aydınlara en ihtiyaç duyduğu dönemde Sorbonne’da eğitim görmüş bir adamın aydınlık çıkışını. O yıllarda anlamadığım, Hasan Tahsin’in tek başına, öldürüleceğini bile bile kendini neden sahaya sürdüğü… “Onuru…” diyor babam. Bir tokat gibi yüzümde patlıyor bu sözcük.

Korku cesaretin karşısındadır hep. Orhan Asena “Korku” adını verdiği oyununda “Toplum – Önder” ilişkisine farklı bir pencereden bakmaya çalışır. Başarıya ulaşmış devrimleri ve devrimcileri yahut adını tarihe bırakmış isimleri bir kenara bırakarak başarısız ve yenik bir önderin yüreğindeki korkuya eğilir. İlk bakışta korku duygusu son derece bireyselmiş gibi görünse de, toplumsal yanı da kıymetlidir. “Korku”daki önder arkasında yığınların desteğinden uzakta kalınca derin bir hesaplaşma içine girer. Oyunda ayrıca Önder’in yanında, onunla yıllarca yaşamış ve eski günlerine dönmek isteyen karısının da huzursuzluğu vardır.

Bütün bu insana dair yaşanan duygu sarkacı bizlere son derece yabancıdır. Sinmiş, yılmış, kapana kısılmış, ne yapacağını bilmez kişilerle ilgilenmek istemeyiz. Onların trajik hatalarına dudak bükerek bakarız hep. Özellikle tarihi kişiliklerin kahramanlıklarını, cenk alanlarındaki olağanüstülüklerini, yiğitliklerini fısıldarız birbirimize. Hatta üstüne ekleyerek, yaşananlara bire bir katarak.

Öyle ki sürecin sonunda olayların akışıyla koşut giden tarihsellik noktasıyla kulaktan kulağa yayılanlar, söylentiler çelişkiler içerir. Yine de aldırmayız. Aziz Nesin, sonradan oyunlaştırdığı, “Sen Gara Değilsin” öyküsünde, Gara’nın ortalıkta dolaşan söylentiler nedeniyle halk tarafından kahraman ilan edilmesini anlatır. Birileri de, Gara’nın asılsız kahramanlığını kullanarak yönetici olur. Onunla birlikte nasıl savaştıklarını anlatırlar. Ancak Gara, batan savaş gemisinden tesadüfen sağ kurtulup, Yuntabur’a geri gelir ve kentin ortasındaki heykeliyle karşılaşır. Gara’nın olmayan kahramanlığını destanlaştırarak çıkar elde edenler ona başka bir kimlik teklif ederler ancak Gara bunu reddeder ve kurban gider. Gara ile birlikte “gerçek” de öldürülür.

Henüz küçük bir çocukken okuduğum, Milli Mücadele döneminde adları unutulmuş insanların kitabını “Borçlu Olduklarımız”ı yazan Nesin’in böyle bir çıkışının ardında kişisel çıkar uğruna her şeyini satan insanlara dair yaptığı derin göndermeler vardı kuşkusuz. Ve toplumların ne olursa olsun kahramanlara ihtiyaç duyarak varolduğu…

Hatta biraz daha ileri gidelim. Biz kahraman olmayanları bile kahramanlaştırma potansiyeline sahibiz. Yoksa Haldun Taner, Keşanlı Ali Destanı’nı neden yazsın? Bir cinayet suçundan hapis yatan Keşanlı, kodesten çıktıktan sonra ayakta alkışlanır. Gecekondu mahallesinin piri oluverir. Ta ki günün birinde gerçek katil ortaya çıkana kadar. ( Yıllarca tiyatro sahnesinde Manyak Cafer’i oynayan Ülkü Tamer’i de analım elbette.) Sonunda Keşanlı, o güne kadar adamakıllı kullanmadığı silahı patlatmak zorunda kalır.

Geçtiğimiz günlerde 15 Temmuz’un simgelerinden, hafriyat kamyonun direksiyonunda çekilen fotoğrafıyla gündeme gelen bayanla ilgili haberler gündemi meşgul etti. Taraflarca bir muammaya dönüşen, 15 Temmuz şehit ailelerinin konuyu yargıya taşıyacaklarını bildirmesiyle de sönümlenmeyen olay için fotoğrafı çeken muhabir de topa girdi. İlgili kişiye dair fotoğrafı bir gün sonra çektiğini aktardı. (Nedense hayli zaman sonra!) Hemen ardından da sosyal medyada bayanın, “Kahraman mı? Yoksa bir yalancı mı?” olduğuyla ilgili yorum üstüne yorumlar yapıldı. Temel meselenin kahramanlık üzerinden rant devşirme noktasına uzandığı, meselenin itibarın yanında kapitalizmin temel değeri olan para üzerinden bir algı kampanyasına dönüştüğüne az biraz değinilirken, kahramanlık olgusunun nerede başlayıp nerede bittiği tartışılmadı.

Brecht, “Ne yazık kahramanlara ihtiyaç duyan toplumlara!” derken, diyalektik düşüncesi gereği yaptığı tersinlemeyle dünya tarihini de özetliyordu. Öte yandan bize iki noktayının altını çizmemiz gerektiğini söylemiyor mu? Birincisi, kişilerin her zaman devletin güvencesi altında yaşamaları ve bireyin her şeyden kıymetli olduğu yargısı. İkincisi de yeri geldiğinde devletlerin kahraman olması gerektiği.

Öte yandan İstiklal Madalyası'na sahip büyük dedelerimiz büyük bir görgüyle onları evlerinin en nadide köşelerinde koruyup, asla bir artı değer haline dönüştürmediler. Nereden nereye? Shakespeare Hamlet’te söylüyor ya: “Çürümüş bir şeyler var Danimarka krallığında!” Çürümüş bir şeyler artıyor gün be gün güzel ülkemde.

Bu yüzden seçkin yalnızlığımızla baş başa kaldık. Refik Durbaş’ın, “O gitti. Bir sevdaya yasladı kendini / Ben kaldım, Yalnızlıkla karşıladım her şeyi.” dizeleriyle avunarak. Hadi bir an önce iyileş Refik Abi…