Erdem sandığımız şey, belki de yalnızca refah içinde yaşayanların tekelindedir. Varsılların erdemini kazıdığımızda altından yoksulların felaketi çıkacaktır. Gerçek erdem, bütün bu ilişkiler ağının sınıfsal bir temele dayandığının ayırdına varmak ve bu ikiyüzlü ahlâk sisteminin foyasını ortaya çıkarmaktır. Filmin akışı içinde yoksul bir işçiden bir halk liderine dönüşen Joker'in yaptığı da tam olarak budur.

Katı olan her şey buharlaşıyor

Tod Phillips’in son filmi Joker, Çin’de vizyona girmediği halde, 1 milyar dolarlık hasılat elde eden ilk 18+ film olarak sinema tarihine geçmiş. Geçen hafta kardeşimle birlikte filmi izlemeye gittiğimizde, sinemanın önündeki kalabalığı görünce bu hasılatın tümünün bizim seanstan çıktığı hissine kapıldık. Yaş ortalaması da bana kalırsa 18’in altındaydı. Ortalamayı yükseltmek pahasına salona daldık ve kapı önündeki uzun bekleyişten sonra arka sıralarda makul bir yer bulunca kendimizi şanslı saydık.

Almanya’da sinema seyircisinin garip alışkanlıkları var. Film boyunca yiyip içip bol bol konuşuyorlar. Neyse ki birbirleriyle. Amerikalılar perdedeki oyuncularla da konuşuyordu. Buna da şükür. Yine de, özellikle genç bir izleyici grubuyla aynı salondaysanız, kendinizi oldukça gürültülü geçecek bir seansa hazırlamanız gerekiyor. Bu sefer de öyle oldu. Patlamış mısır çatırtıları ve bira şişeleri şangırtısı arasında filme intikal ettik.

On beş dakika kadar sonra kafamı kaldırdığımda, etrafımızdaki sesler tamamen kesilmişti. Önümüzde oturan ve gerekli gereksiz her şeye gülen adam dışında, salonda çıt çıkmıyordu. Ya patlamış mısır kovaları boşalmıştı ya da aksiyon filmi beklentisiyle sinemaya gelen genç izleyiciler, Joaquin Phoenix’in muhteşem oyunculuğuna teslim olup bir tür saygı duruşuna geçmişti. İkinci yarıda, film bir psikolojik dram olmaktan çıkıp oldukça sert mesajlar taşıyan bir sınıf hikayesi haline döndüğünde, salondaki gerginlik artık neredeyse elle tutulacak bir hale geldi ve sürekli gülen adam bile sustu. (Filmi hala izlememiş olanlar varsa, buradan sonrası sürpriz bozan detaylar içerebilir. Uyarmadı demeyin!)

Hasta annesiyle (Frances Conroy) birlikte yaşayan ve komedyen olma hayalleri kuran Arthur Fleck (Joaquin Phoenix) toplumun kıyısına itilmiş bir karakterdir. Gündelik işlerle hayatta kalmaya çalışır ve başkaları tarafından sürekli itilip kakılır. Anlatı çoğu kez ana karakterin perspektifine odaklanır ve bize dünyayı onun zihninden bakarak gösterir. Hikaye açıldıkça bunun güvenilmez bir bakış açısı olduğunu fark ederiz. Arthur’un duygusal sorunları vardır. Gergin olduğu zamanlarda başına bela olan durdurulamaz kahkaha atma dürtüsü bir yana, film ilerledikçe anlayacağımız gibi, gerçekle hayal arasındaki sınırı da her zaman belirgin bir şekilde çizemez. Arada bir gittiği terapi seansları işe yaramaz. Zaten onlar da bir süre sonra kesintiler yüzünden kaldırılır ve Arthur ilaçlarını bile alamaz hale gelir. Filmin ilk yarısı boyunca, bu yoksul ve yalnız adamla yoğun bir duygudaşlık içine gireriz, onun çaresizliğini iliklerimizde hissederiz.

Bütün ezilenler gibi, Arthur’un da bir kaçış fantezisi vardır: Efsanevi televizyon programcısı Murray Franklin (Robert De Niro) tarafından keşfedileceği ve ünlü bir komedyen olarak kitlelerin gönlünü çalacağı günü bekler. Bu “muhteşem geri dönüş” hayâli Amerikan sinemasının yabancısı değildir elbette. En sudan komedilerden tutun da, en ağır dramlara kadar bolca kullanılmış ve neredeyse suyu çıkarılmış bir meseledir aslında. Todd Phillips ve birlikte çalıştığı yazarların becerisi, bu temayı hasta bir adamın sanrısı olarak ele almaktansa ve Arthur’un geri dönüşünü bastırılmış bir sınıfın topyekun rövanşı olarak anlatmayı tercih etmelerindedir.

Olanaksız gibi görünse de, Arthur’un hayali filmin sonunda bir şekilde gerçekleşir. Boyun eğmekten vazgeçip baş kaldırdığında, kendini bir seri suç eyleminin içinde bulur. Bunların neticesinde, Murray Franklin’in programına çıkmayı başardığı gibi, kitleleri peşinden sürükleyecek bir kahraman haline de gelir. Böylece, klâsik hikayenin kötü adamı bir anti-kahramana dönüşür. Bu ikisinin arasında büyük bir fark vardır. Hikayenin kötü adamıyla özdeşlik kurmayız, onu benimsemez, duygularını önemsemeyiz. İşin doğrusu, çok az yazar kötü adamın iç dünyasını açmak ve onun aslında kim olduğunu bize göstermek zahmetine katlanır. Anti-kahraman ise, bütün özelliklerini kabul edemeyecek olsak da, kendimizden bir şeyler bulabileceğimiz, duygu ve düşünceleriyle ortaklık kurabileceğimiz biridir. Sevmesek de anlarız onu. Ya da en azından anlamak isteriz.

Karakterleri sevmek ve sevmemek ise asla tesadüfi değildir. Bunun hikayenin içindeki işlevlerine dayanan sebepleri vardır. Birçok kuramcı karakterleri ahlaki pozisyonları nedeniyle sevdiğimizi savunur. Ahlâken doğru yerde olanları severiz, olmayanları ise sevmeyiz. Ancak, anti-kahraman bu kategorilerin ötesinde bir karakterdir, çünkü o bütün ahlâki yargılarımızı soruya açar. O zamana kadar bize verilmiş kurallar çerçevesinde yaşadığımız hayatlarımızı sorgulamamıza neden olur. Çizgi romanların klasik anlatıları içinde, başarısını ve mutluluğunu dilediğimiz kahramanların sığlığını ortaya çıkarır ve kötü adamın aslında sadece bu sınırların dışında yaşayan biri olduğunu fark etmemizi sağlar.

O zaman erdem sandığımız şey, belki de yalnızca refah içinde yaşayanların tekelindedir. Varsılların erdemini kazıdığımızda altından yoksulların felaketi çıkacaktır. Gerçek erdem, bütün bu ilişkiler ağının sınıfsal bir temele dayandığının ayırdına varmak ve bu ikiyüzlü ahlâk sisteminin foyasını ortaya çıkarmaktır. Filmin akışı içinde yoksul bir işçiden bir halk liderine dönüşen Joker’in yaptığı da tam olarak budur. Joker, insanlığın yüzüne doğru attığı tüyler ürperten kahkahasıyla, daha fazla refah isteyen çağdaşlarının ipliğini pazara çıkarır. Dolandırıcılar ve sahtekarlar, hırsızlar ve soygunculardan oluşan toplumun en alt katmanında sıkışıp kalmış bir işsizler ve yoksullar ordusunun önderi haline gelir.

Lübnan’dan Şili’ye, İran’dan Hong Kong’a kadar halk ayaklanmaları ile dünya sarsılırken, belki de hatırlamamız gereken tek gerçek budur. Marshall Berman’ın ilhamını Komünist Manifesto’dan alan kitabında söylediği gibi, yeni bir çağ önümüzde bütün dehşetiyle açılıyor: "Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatın gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.”

Not. Eskiden arada bir film eleştirisi yazmaya cüret ettiğimde, Cüneyt Cebenoyan’a danışırdım. Bu yazıyı yazarken hatırlayıp içim yandı. Seni çok özlüyoruz, Cüneyt. Aklımızdasın hep.

cukurda-defineci-avi-540867-1.