Çoğu zaman ‘sözcük’ (kelime) ile ‘terim’, ‘terim’ ile ‘kavram’ aynı şey sanılır. Hepsinin aynı anlama geldiği ve ‘şey’leri aktaran ses öbekleri olduğu zannedilir. Yanılgı, buradan başlar aslında

Kavramlar ve toplumsal mücadeleler: Komik bir trajedi üzerine çeşitlemeler

GÖKHAN ATILGAN*

Bir zamanlar başbakanken, 2013 yılının Mart ayının 30’unda CNNTürk-Kanal D ortak yayınında gündeme ilişkin soruları yanıtlarken, mevzu eyalet sistemine doğru gelirken, ve akparti.org sitesi buna şahitken şöyle demiş: “Dünyada gelişmiş güçlü ülkelere bakarsanız, bunların hiçbirinde eyalet korkusu diye, eyalet endişesi diye bir şey yoktur. Tam aksine eyalet yapılanmaları o güçlü ülkelerde çok daha süratle kalkınmayı getirir ve demokraside özellikle siyasi rekabeti getirir. Bu, güçlenme alametidir. Gelelim bizim kendi tarihimize. Osmanlı'ya baktığımız zaman, o güçlü Osmanlı'da mesela çok daha enteresan Lazistan eyaleti var, Kürdistan Eyaleti var. İniyoruz güneye yine aynı şekilde eyalet sistemleri var. Niye Osmanlı güçlü ve oralarda hiç çekinmeden rahatlıkla bunları vermiş.”1 Aradan zaman geçmiş. HDP Milletvekili Garo Paylan TBMM kürsüsünden dönemin başbakanının bu sözlerini kâğıttan okumak suretiyle naklederken AKP Düzce Milletvekili, hem de Harvard Üniversitesi’nden üst düzey yöneticilik sertifikalı, Faruk Özlü ani bir atak yapıp figan eylemiş: “Kâğıdı eline Kandil mi verdi?” Çünkü iki yıl önce arşa çıkaran, iki yıl sonra yere batırmış. Faruk Özlü, 2013’te milletvekili olsaydı, başbakan da naklettiğimiz sözlerini ışıklı ekran yerine TBMM kürsüsünden söyleseydi avuçlarını patlatırcasına alkışı kıyamet eyleyecek ilk kişi olabilirdi. Var mı şüphesi olan?

Nedir yani şimdi bu hikâye?

Oysa söz aynı söz ise, ama iki yıl önce alkışlanmışken iki yıl sonra lanetlenmişse nedir yani şimdi bu hikâye? İlber Hoca ağzıyla konuşacak olursak ‘bir bilgisizlik ve cahillik’ hikâyesi mi? Özkürkçü ağzıyla ‘sehven’ konuşacak olursak bir ‘dik duruş’ hikâyesi mi? Kahvehane ağzıyla konuşacak olursak bir ‘yağlama-yıkama’ hikâyesi mi? Burcu Bakdur ağzıyla konuşacak olursak ‘FOMO’dan2 nasibini hiç alamama’ hikâyesi mi? Yoksa rahmetli Çetin Altan’ın ağzıyla konuşacak olursak bir ‘hödüklük’ hikâyesi mi?

Hikâye, aslında, dil ile iktidar, kavram ile güç, anlam ile tahakküm arasındaki ilişkinin uzun sergüzeştinin küçük bir özetinden başka bir şey değil biraz yakından bakınca. Ama yakından bakmanın da müşkülü var. İyice yaklaşsak bağlamı göremiyoruz, biraz uzaklaşsak vakayı seçemiyoruz. Öyle uygun bir mesafeden bakmalıyız ki olabilecek en iyi şekilde anlayalım hikâyenin ‘anla’ diye kafamıza dürttüğünü. Bunun için de tarihin ve bugünün, teorinin ve hayatın, kavramın ve gündelik sözün, evrenselin ve yerelin, toplumun ve kişinin bilgisini ‘dengeleri ayarlama enstitüsüne’ eksiksizce vermeli ve çıkan ayarın bildirdiği konumlara yerleşerek geçmeliyiz hikâyenin karşısına. Tabii eğer Faruk Özlü Bey gibi Acemaşiran’a inanmaktansa, hayata inanmak lâzım diyorsak... Yaşadığımız memleket ezelden beri izahın mizahtan daha iyi yolunu göstermemiş olsa bile, bazen birazcık da ciddiyet yolundan devam etmek gerektiğine inanıyorsak...

Söyleyen dil aynı dil ise, dilden çıkan sözcük aynı sözcük ise, belirli bir sürede aynı sözcük tamamen farklı anlamlara gelecek şekilde kullanılmışsa, ama her iki durumda da alkışlanmışsa mizahtan başka bir izah yolu da var tabii bunun. Şöyle düşünelim: Aynı ağız ‘eyalet’ sözcüğünü ilk söylediğinde gelişmişlik, güçlenme, özgüven, kalkınma, demokrasi, ecdadın mirası imalarıyla acayip bir pozitif anlam kazanıyor. Lâkin aynı ağız ‘eyalet’ sözcüğünü bir müddet sonra güçten düşme, gerileme, bölünme, terör, tarihe karşı gelme imalarıyla söylediğinde bu kez acayip bir negatif anlam ediniyor. Negatif anlam, pozitif anlamı, bütün hatıraları ve izleriyle kovuyor. Bu da bize mevzunun ciğergâhı olan ‘eyalet’in bir sözcük ya da bir terim olmadığını bir ‘kavram’ olduğunu gösteriyor. Zira bir ay önce ev dediğine bir ay sonra merdiven, bir gün önce üçgen dediğine bir gün sonra daire demek gibi bir şey değil bu.

Devlet biçimi ile özerklik, siyasal rejim ile başkanlık

Aslında kavram olan ‘eyalet’ de değil; ‘özerklik’. Yani, Türkiye’nin en temel problemi olagelmiş ‘devlet biçimi’ üzerine tartışmanın esasa ilişkin bir yönü olarak ‘özerklik’. Çok kısaca hatırlayalım: Devletin başlıca iki biçimi var. Bunlardan biri ‘tek yapılı devlet’; ki kendi içinde ‘merkezî tek yapılı devlet’ ve ‘bölgeli devlet’ olarak ikiye ayrılıyor. Diğeri ise ‘karma yapılı devlet’; ki genel olarak ‘federal devlet’ olarak biliniyor. Özerklik, her iki devlet biçiminde de mümkün. Tek yapılı devletin merkezî tek yapılı devlet modelinde yerinden yönetim ilkesinin güçlendirilmesiyle ya da bölgeli devlet modeliyle. Federal devlette ise federe devlet ya da eyaletlerin özerkliğiyle. Ancak Türkiye’nin bu yakıcı sorunu siyasal rejim tartışmasıyla aşırı derecede iç içe geçtiğinden ötürü iş hayli karışıyor ya da karıştırılıyor. Zira başkanlık rejimi ya da parlamenter rejim tartışmasıyla özerklik tartışması iç içe yürüyor. Bir açıdan aslolan özerklik; yani devlet biçimiyle ilgili bir sorun. Öteki açıdan ise aslolan başkanlık; yani siyasal rejimle ilgili bir sorun. İkinci açı özerkliği kural olarak başkanlığa endekslediği için ‘özerklik’le ilgili her tartışmaya ‘eyalet’ diyor. Bunu da, başkanlığa onay sağlayacaksa yüceltiyor, sağlamayacaksa yerin dibine batırıyor. Biz de burada, bu keyfî ‘eyalet’ kullanımının ‘özerklik’ manasında olduğunu varsayıyor ve buna göre yorum yapıyoruz. Burada da sorun bir başka ayrıma bağlanıyor; sözcük, terim ve kavram ayrımına…

Sözcük, terim, kavram

komik-bir-trajedi-uzerine-cesitlemeler-103075-1.

Çoğu zaman ‘sözcük’ (kelime) ile ‘terim’, ‘terim’ ile ‘kavram’ aynı şey sanılır. Hepsinin aynı anlama geldiği ve ‘şey’leri aktaran ses öbekleri olduğu zannedilir. Yanılgı, buradan başlar aslında. Şeyleri aktaran ses ya da ses öbekleri ‘sözcük’lerdir ve üçlünün içinde müzelik bir masumiyeti olan belki de sadece onlardır. Bazıları çok güzeldir sözcüklerin tabiî, ama bazıları sıradandır; örneğin ‘aliyülâlâ’ da bir sözcüktür, ‘çorap’ da. ‘Terim’lere gelince iş biraz değişir. Onlar, özel bir bilim, sanat ya da uzmanlık alanına özgü sözcüklerdir. İçlerinde ‘üçgen’ gibi gayet masum olanlar vardır ama, Korkut Boratav Hocamızın bir keresinde belirttiği gibi suçlu olanları da çoktur. Misalen; ‘serbest piyasa ekonomisi’ gibi uyduruk terimlerin kullanımı burjuva çevrelerce ısrarla teşvik edilmiştir. Rekabetin ‘kıyasıya’lığı serbestliğin cazipliğiyle örtülmüştür, çünkü. Zihinsel imgeler ve soyut dilsel birimler olarak ‘kavram’lar ise, “olguları çözümlemek, gözlemleri sınıflandırmak ve bunlar temelinde üst düzey önermeler oluşturmak amacıyla başvurulan sözcük ya da sözcük kümeleri”dir.3 Bu bakımdan da bilimsel çözümlemenin ve yanı sıra da tutarlı düşünmenin yapı taşları onlardır. ‘Kamusal alan’ bir kavramdır mesela; ‘devlet’, ‘toplumsal sınıf’, ‘sivil toplum’, hegemonya’, ‘egemenlik’ de öyle.

Kavramlar, en az üç nedenle sabit olmazlar. Birinci neden: Kavramlar, şeyleri değil, toplumsal ilişkileri aktarırlar. Toplumsal ilişkiler durmaksızın değiştikleri için kavramlar da anlam değişiminden vareste değillerdir. İkinci neden: Kavramlar, toplumsal ilişkilerin taraflarına göre farklı anlamlar kazanırlar. Mazlumun ‘özgürlük’ imgesi zalim için ‘bölücülük’tür. Üçüncü neden: farklı siyasal ideolojiler kavramları birbirinden farklı anlamlara gelecek şekilde içeriklendirirler. ‘Demokrasi’ kavramının liberalizmdeki anlamı başkadır, faşizmdeki anlamı başka.

Gelin şimdi örneğimize geri dönelim. Yani ‘eyalet’ üzerinden sahnelenen komik trajediye...

Bu örnekteki zıt yönlere rakkaslanma, kavramların şeyleri değil, toplumsal ilişkileri aktardığını, toplumsal ilişkilerin de donuk değil dinamik, sabit değil değişken olduğunu, sürecin çelişkiyle, ilişkinin güçle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Aynı ağızdan çıkan aynı kavramın iki zaman aralığındaki imgesel değişimi, toplumsal ilişkilerin, iktidar mücadelelerinin değişiminin bir aynası oluyor. Kendi gücüne payanda olabileceğini sandığı toplumsal kesimde işine gelecek bir takas için heveskârlık görebilseydi ‘eyalet’ demeye, ecdadımızdan örnekler vermeye, kalkınma ve demokrasi alametlerini belirtmeye devam ederdi. Özerklik bayrağıyla meydanlara iner, aldığı alkış da kıyamet kopartırdı. Ama bu sefer çöktüremediği dizleri kırmak, eğdiremediği boyunları bükmek için ‘eyalet’ derken ‘anayasal suç’, ‘dokunulmazlık’, ‘bölücülük’, ‘terör’ diyor. Bu dramatik trajedi şunu gösteriyor: İki zaman aralığında rakip siyasal güçler arasındaki ilişkiler, toplumsal saflaşmalar, dünyayla kurulan bağlar o kadar değişti ki, bu değişim Türkiye toplumunun temel meselelerinden birini sembolize eden kavramın iktidarın dilindeki anlamını tepetaklak etti. Demek ki kavramlar toplumsal ilişkilerin birer ifadesiymiş ve bu ve bu ilişkilerdeki güç dengeleri değiştikçe kavramın anlamı da değişiyormuş.

Güzel. Ama yeterli mi? Buraya kadar anlatılanlarla, kavrama ses verene ve alkış çalana aşırı pasif bir rol yüklenmiş olmuyor mu? Öyle gibi duruyor. O halde dengeleri ayarlama enstitüsünün bize verdiği başka koordinatlara da çekilelim ve meseleye o konumlardan da bakalım.

Faik ile malik

En merkezde, en tepede, gücün en yoğunlaştığı yerde kendisinin olacağına ve bunun için destekleneceğine eminken yönetimin sınırlı bir yerel dağılımına övgüler düzen kişi, bu eminliğinin gerçek bir karşılığı olmadığını görür görmez her şeyi tarumar ederek koşa koşa karşıt pozisyona geçiyor. Derekap iyiler kötü, kötüler iyi; birleştiriciler bölücü, bölücüler birleştirici oluveriyor. Olabilir. Ama bu apansız değişim nasıl normal karşılanıyor ve hüsnükabul görüyor? İşte tam da burada anlam ile tahakküm arasındaki canalıcı ilişkiye dokunuyoruz. Bir toplumsal grup, sınıf ya da zümre eğer toplumda mütehakkim ise toplumsal ilişkileri düzenleyen merkezî kavramlara da hâkim oluyor, o kavramların anlamına kendi rengini çalıyor. Bu da gösteriyor ki; kavramlar üzerindeki mücadele toplumsal mücadelelerin bir izdüşümü oluyor. Toplumsal mücadelelerdeki üstünlük kavramlara anlam vermedeki üstünlüğe tekabül ediyor. Faik olan; saptırma, çarpıtma, anlamda her türlü desise yapma gücüne malik hale geliyor.

Ödev ile görev

Geriye son bir soru kalıyor. Her şey göz önünde oluyor ve kavramlar göstere göstere çarpıtılıyorken, çarpıtıcı belirli bir kitle tarafından nasıl oluyor da her hâlükârda alkışlanabiliyor? Alkışlayanlar cürmümeşhud olduklarında bile nasıl hayâsızca gülümseyebiliyor? 2016 Türkiye’sine şöyle bir bakınca ‘Asım’ın Nesli’nin muzaffer olduğunu, muzaffer neslin ‘başyüce’sine minnettar bulunduğunu, bütün bu alkış tufanının da bu mihnetin bir mahsulü olduğunu söyleyebiliriz. Gelgelelim ‘Asım’ın Nesli’nin ismiyle müsemma, ismetli bir nesil olmaktan çoktan çıktığının apaçık olduğunu vurgulamayı da bir ödev biliriz. İktidar, keyfî bir dili hâkim kılar ve çarpıtılmış kavramları sahiciymiş gibi gösterirken kavramlar ile hakikat arasındaki bağı kopmaz kılmak için mücadeleyi de bir görev biliriz.

1. https://www.akparti.org.tr/site/haberler/gelismis-ulkelerde-eyalet-endise-yoktur/42345#1

2. Fear of missing out’un ( ‘olup biteni kaçırma korkusu’) baş harfleri.

3. Türkiye Bilimler Akademisi, Türkçe Bilim Terimleri Sözlüğü: Sosyal Bilimler (Ankara: TÜBA, 2011).

*Doç. Dr., Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi