Yönetmen bütün klişeleri bir araya getirirsem, cukkayı doğrulturum diye düşünmüş. Filmin maçoluğu yücelten kimi sahnelerinden keyif almak her şeye rağmen mümkün sanırım

Kavuşamazsın, aşk olur

GERONİMO

Kaçan gelin imgesini ne çok seviyoruz. Aşk Mevsimi (The Graduate), Kaçak Gelin (Runaway Bride), Duvara Karşı (Gegen die Wand) ve daha birçok filmde bir kadının gelinlikler içinde başka bir erkeğin kucağına doğru gittiği, kaçtığı sahneler vardır. Neden acaba? Bilinçaltımızda ne yatıyor da bu imgeye aşığız? Onun değil, benim olacak duygusu mu? Gelinin sevişmeye hazır bir bakire olduğu inancı mı? Bir gelini damattan kaçırmanın en cazip yanı, başkasının kadınını hem de daha başkasının olmadan almakta yatıyor herhalde. Damada çifte darbe vurmak gibi bir şey bu. Tabii aşk diye bir şey de var! O aşka ulaşmak ne kadar zorsa, o aşk da o kadar yücedir.

Göz kamaştırıcı sahne
Romeo ve Juliet gibi… Batı Yakası’nın Hikâyesi gibi... Aşık Veysel’in dediği gibi “Seversin, kavuşamazsın; aşk olur.” Geronimo’da da arka planda düşman ailelerin çocuklarının aşkı var. Nil (Nailia Harzoune) bir Türk ailenin kızı, sevgilisi Lucky (David Murgia) ise bir İspanyol çingenesi. Ama ailesi Nil’i bir başka Türk’le (Tim Seyfi) evlendirmek istiyor. Nil de gelinliğiyle kaçıyor ve sevgilisinin kucağına atlıyor. Çift, aşıkların yapması gereken zorunlu hareketlerde jüriden tam puan alıyor. Çiftin deniz kıyısında koşarak birbirlerine kavuşma figürleri özellikle göz kamaştırıyor.

Ama Nil’le Lucky filmin asıl kahramanları değiller. Zaten filmin başında birbirine kavuşan aşıklardan ne hikâye çıkacak? Filmin asıl kahramanı adını Kızılderili kahraman Geronimo’dan alan beyaz Fransız kadın misyoner/sosyal yardım görevlisi. Geronimo (Celine Sallette) kendini yoksul göçmenlere adamış bir iyilik meleği. Onlarda olmayan akıl ve izanı temsil ediyor. Filmin, bu haliyle son derece sakat bir zemine ayak bastığını söylemek lazım.

Film, Geronimo’nun Çingeneleri ve Türkleri koruyup kollama çabasının hikâyesi olarak gelişiyor ve hatırlamadığım bir şekilde sonlanıyor. Yönetmen Tony Gatlif bütün klişeleri bir araya getirirsem, cukkayı doğrulturum diye düşünmüş olmalı. Filmin maçoluğu yücelten kimi sahnelerinden keyif almak her şeye rağmen mümkün sanırım.

***
Bu akşam Salon'da bebek seveceğiz!



BABY DEE KONSERİ

Baby Dee bu akşam saat 9’da Salon İKSV’de! Birkaç yıl önce Salon’un programcısı Bengi Ünsal, kimi bu sahnede görmeyi istersin diye sorduğunda Baby Dee demiştim. Ama, Baby Dee’nin o sıralarda İstanbul’da konser vermesi zor gözüküyordu. O kadar az tanınıyordu ki! Konsere kimse gitmeyebilirdi. Baby Dee, şimdi de büyük bir şöhret değil elbette ama demek ki şansımız artmış. Umarım bu koca bebeği bu akşam yalnız bırakmayız. Zaten kaybeden gitmeyenler olur, biz gidenler koca bebeğimizle güzel bir akşam geçireceğiz.

Baby Dee’nin asıl adını bilmiyorum, ararsam bulunur ama o öyle tanınmayı seçmiş. Benim kendisini müzikal anlamda tanımam çok sevdiğim bir başka müzisyen üzerinden oldu. Will Oldham yani sahne adıyla Bonnie Prince Billy, bir dergide en çok etkilendiği isimler arasında Baby Dee’yi saymıştı. Ama Baby Dee’nin albümlerine ulaşmak imkânsızdı. Baby Dee bir zamanlar, sokak müzisyeni olarak New York’ta gayet mutlu ve mesut bir hayat sürermiş. Modifiye bisikletine (3 tekerlekli) yüklediği arpıyla sokakları şenlendirir, hayatını kazanırmış. Sonra besteler yapmış ve bunları Antony and the Johnsons’ın Antony Hegarty’sine kayıt etmesi için vermiş. Antoni besteleri çok beğenmiş ama Dee’ye bunları kendin kayıt etmelisin demiş ve kendisini de keşfeden prodüktör/müzisyen arkadaşı David Tibet’e yönlendirmiş. Dee, Tibet’in Durtro adlı şirketiyle albümler yapmış, Antony için arp çalmış. Ama başarı kapıyı çalmamış.

Dee de memleketine dönüp ağaç doktoru (?) olarak çalışmaya başlamış. Ama, bir kaza sonucu tedavi ettiği bir ağaç, bir evin üzerine devrilince kendisine yeni bir meslek edinmesi gerekmiş. Neyse ki bu sırada Will Oldham ve Matt Sweeney yardımına koşmuşlar, Dee’yi kendilerinin de parçası oldukları Drag City firmasının kanatları altına almış ve “Safe Inside the Day” (SID) adlı yeni albümünün prodüksiyonunu üstlenmişler.  Bu arada Durtro’dan çıkan iki Baby Dee albümü, Drag City etiketi altında “The Robin’s Tiny Throat” (RTT) adıyla yeniden yayınlanmış.    

İşte ben de Baby Dee’yi 2007’de yayınlanan bu albümle tanıdım. Müziği nasıl anlatır insan? Hele hele bir kalıba sokulamayacak bir müziği? Baby Dee’yi piyano, arp ve kuş sesleri eşliğinde kendine özgü şarkılar söylediği RTT albümüyle çok sevdim. Ardından yaptığı SID çok zengin bir orkestrasyon içeriyordu ve oldukça farklıydı. Kurt Weill – Bertolt Brecht çizgisinde bir albümdü. Başka bir güzellikti. Baby Dee’nin son albümü ‘Regifted Light’ da çok iyi eleştiriler aldı ama çoğunlukla enstrümantal olan bu albümü yeterince dinlemedim.  
Dee’nin trans kadın olduğunu söylemeyi unuttum. Söylüyorum: Dee bir trans kadın ve koca bir bebek. Bu akşam bebek sevmeye Salon’a gidiyoruz.