1990’larda yayınlanan bir radyo programından alıyor film adını.

1990’larda yayınlanan bir radyo programından alıyor film adını. Kent FM’deki programı Mert ve Kaan sunuyorlar. Kendilerine özgü bir tarzları var ikilinin. Sanki kutsal bildikleri hiçbir şey yok. Her şeye eşit mesafede gibiler. Şirin görünmeye de hiç niyetli değiller. Derin bir melankoli ve hafıza kaybı (amnezi) içindeler. Yattıkları kadınlar bile onlarda hiçbir iz bırakmıyor. Klasik sorularından biri bu zaten: “Sizinle yatmış mıydık?”. Elini sallasa ellisi demek durumlarını küçümsemek olur. Çünkü yüz ellisi ellerini sallamalarına gerek olmadan kendilerini onların yatağına, ilgisiz ve sevgisiz kucaklarına bırakıyor. Onlar kadınlara değer vermedikçe, kadınlar tarafından daha çok arzulanıyorlar. Biraz Easy Rider, biraz Beat Kuşağı ve elbette kaçınılmaz bir biçimde biraz da alaturka ve arabeskler. Kaan’ın bir yayınevi var: Altı Kırkbeş. Galiba ikisinin ortak bir barları var. Mete’nin koruyan kollayan ve destekleyen bir annesi var. Var oğlu var.
Peki kayıp olan, kaybedilmekte ya da kaybedilmiş olan ne? Neyi arzuluyorlar ama kazanamıyorlar? Hangi yarışta geride kalıyorlar? Niye kendilerini “kaybeden” olarak tanımlıyor, Olympos’ta denize karşı bira içiyor, bol bol düzüşüp, yine de anı biriktiremiyor yani büyüyemiyorlar. “Şimdi eski sevgilimi hatırladım…/ Hangisini?/ Bak, onu hatırlayamadım!”
Durum böyle bir şey. Filmde bu hafıza kaybını anlamamıza, dönemselleştirmemizi sağlamaya yönelik bir ipucu veriliyor. Mete ‘1980’den sonrasını hatırlamadığını söylüyor. 1980 öncesine dair ne hatırladığını bilmiyoruz ama herhalde o zamanlar hayat daha anlamlı geliyormuş ve kayda değer bulunuyormuş. 1980 sonrası Turgut Özal’ın ‘köşe dönmeciliği’nin ve ‘işbitiriciliği’nin dönemi. Fakat filmde döneme egemen olan bu ruha ilişkin bir şey yok. Kaybedenlerin ruh hali Türkiye’ye özgü bir durum da değil. Dönemin en büyük topluluğu Radiohead de hafıza kaybından (Amnesiac) ve kaybeden olmaktan (Creep) söz ediyor. Radiohead’in libidosu yok fakat, bizimkilerde ise maşallah! Kaan’la Mete’de olmayan daha çok süper-ego sanki.
Filmde olduğu için değil, bildiğimiz için çıkarım yapıyoruz: Mete ve Kaan da belli ki bu açgözlü yeni dünya içinde kendilerine bir yer bulamıyorlar, bu yarışta yer almak istemiyorlar. Kaybettikleri, bu katılmadıkları yarış. Ama mesele bu kadar basit de değil. Bu ‘rebels without a cause’un yani amaçsız ve davasız asilerin örnekleri hep vardı, özellikle 1950’lerden sonra. Örnek alacakları ve iktidarına talip olacakları bir baba figürü olmayan, belki bir aşk, belki mutlak bir kadın idealinin peşinde arayışını sürdüren ama kanlı-canlı gerçek kadınlarla yapamayan, genç asi erkekler! Asi ama kesinlikle devrimci olmayan… Kendilerine hayran olmakla birlikte, kendilerinden nefret de eden…
Nuri Bilge Ceylan’ın Uzak’ındaki kahramanı ne kadar da çok Kaan’a benziyor. İkisi de fotoğrafçı, ikisi de sevdikleri kadını Atlantik’in ötesine kaçırıyor, ikisi de bağlanamıyor, sorumluluk alamıyor, büyümek istemiyor. İkisi de uzak. Ve melankolik.
Kaan bir ara aşkı yakalıyor ama tutmuyor. Aslında Mete ve Kaan değil ama Murat adlı bir arkadaşları aşkı gerçekten buluyor. Murat’ı sevgilisiyle son gördüğümüzde, sanki bir bebek gibi duruyor kadının kucağında. Murat’ın bir tek meme emmediği eksik bu sahnede, yoksa koca bir bebekten hiç farkı yok. Sanki bu sahne kaybedenlerin ne kaybettiğini de gösteriyor: Ana kucağı; yani o muhteşem, o ayrışmamış, o birey olmanın öncesindeki ideal birliktelik kaybettikleri! ‘Ara’ ki bulasın. ‘Uzak’, çok ‘Uzak İhtimal’.
Ahu Türkpençe’yi daha çok görmek istiyorum sinemada. Zeki, çekici ve olgun kadını oynayabilecek o kadar az oyuncu var ki! Nejat İşler bu rol için biraz yaşlı sanki. Ama rol tam onun rolü, öte yandan.
Filmin eksik bıraktığı çok şey var ama yine de bir enerjisi, bir ruhu var. Pop-art denemeleri falan da batmıyor.
Not: Benim de Açık Radyo’da yedi yıl kadar sürmüş bir programcılığım var (“Erkekler ve Kadınlar ve Rock’n’Roll” ile Cem Sorguç’un tek başına sürdürdüğü “Ahtapotun Bahçesi”). Ve biz de (ben ve Cem Sorguç; bir dönem İştar Gözaydın da) açıkçası fena halde bet programlar yapardık. Hey gidi günler, hey!

***

HAYATIM YALAN
Eski ve yeni ötekiler


Bazı filmler beni hak etmedikleri kadar sinirlendiriyor ya da hak ettikleri kadar sinirlendirmiyor olabilir, ne yapalım, hayat... “Hayatım Yalan” beni çok sinirlendirdi!
Adam Sandler filmde Yahudi bir doktoru canlandırıyor. Yahudilerin Amerikan toplumunda aşağılanmaları, ikinci sınıf vatandaş sayılmaları çok yakın zamana kadar sürmüş ve hâlâ da herhalde bir düzeyde sürüyordur. Bugün bir komploymuşçasına önümüze sürülen Hollywood’daki Yahudi egemenliğinin kökeninde, Yahudilerin dışlanmışlığı yatar. 1900’lerin başlarında avam eğlencesi sayılan ve aşağılanan sinemalara, WASP’lar (Beyaz Anglo Sakson Protestan) değil Yahudiler yatırım yapmıştır çünkü!
Adam Sandler’ın filminde (Sandler, sadece başrol oyuncusu değil, yapımcı da) gözüme batan bir insan sevmezlik var. Seinfeld dizisinde de vardı bu insan sevmezlik ama o dizide alay edilenler daha çok filmin kahramanlarıydı. Dolayısıyla dizi seyirciye, kendisiyle alay etme fırsatı veriyordu. Ya da ben öyle hatırlamak istiyorum!
Hayatım Yalan’da alay edilenler ise İngilizceyi İngiliz aksanıyla konuşanlar, Alman ya da İsveçliler, Meksika kökenli yoksul hizmetçiler, doğal bir güzelliğe sahip olmayanlar, yaşlılar, şişmanlar ve homoseksüeller. Bunların karşısında Amerikan aksanıyla - yani ‘doğru’ aksanla - İngilizce konuşanlar, doğal güzeller ve heterolar var. Komik olan tümüyle diğerleri. Bütün filme sinmiş bir asıllar ve ötekiler bakışı var. Müslüman ve Ortadoğuluların mutlak öteki haline getirilmesi, Amerika’nın bütün geleneksel ötekilerine, asıl Amerikalı olma keyfi ve kendini beğenmişliği yaşatıyor sanırım. Adam Sandler’ın canlandırdığı Yahudi doktor karakterinin yaşadığı sendrom bu olabilir. Ya da bu genel geçer bir Amerikan ruh hali, bu günlerde.
Bunun ötesinde bildik formüllere yaslanan, zaten çokça kullanılmış bir metne dayanan bir film var karşımızda. Formül (Yeşil Kart vs.): Kandırmaca gerçeğe dönüşür ve “mış gibi yapan” çift gerçek bir çift olur! Formül (Harry Sally İle Tanışınca vs.): Eski arkadaşlar aslında mükemmel bir çift oluşturduklarını fark ederler. Romantik komedinin çiğnene çiğnene sakız ettiği şablonlar bunlar!
Sandler’ın canlandırdığı doktor, genç bir kadını tavlamak için evli numarası yapmak durumunda kalır (hiç inandırıcı değil ya, neyse). Eşi rolünü de sekreteri (Jennifer Aniston) üstlenir. İki çocuklu yalnız bir kadın olan sekreter aslında patronu olan doktora aşıktır. Kadının çocukları da oyuna dahil olurlar. Doktorun kardeşi de zorla oyuna kendini katar. Hepsi birlikte Hawaii’ye tatile giderler. Komik durumlar yaşanır. Doktor, sekreterinin de güzel bir kadın olduğunu fark eder. Ve saire.