Oyun günü geldi çattı. Heyecandan titriyorduk. Tülin’e makyaj yaptılar. Biraz ruj, pudra ve rimel. Çok güzeldi. Sahnede de çok güzeldi

Kendi krallığında figüran

ZİHNİ BAŞSARAY / zihnibassaray@gmail.com

Çocukluğumun iki kırılma noktası oldu. İlki, Pokemon izlemiş olanların hatırlayacağı, Pikachu’nun Raichu olmayı reddettiği andı. Elektrik veren bir fare olarak hayatıma giren bu minik pokemon, bir varlığın özüyle yetinip daha fazla gücü reddedecek iradeye sahip olabileceğini bana göstermişti. O sahnede gözlerim dolmuş, uzun bir süre uzaklara bakmıştım. Hala dönem dönem bu sahneyi düşünüp dertlenirim.

O dönem okula gidip gelirken de her an bu sahne aklıma geliyor ve düşünceli şekilde yürüyordum. Okulun kapısına geldiğim anda tüm bu keder dağılıyor ve yerini sonsuz neşeye bırakıyordu. Tülin vardı. Tülin’in çok güzel gözleri vardı. Tülin teneffüslerde kantinden meyve suyu alıyordu. Ben B şubesindeydim, Tülin A şubesindeydi. Şubeler arasında bir hiyerarşi olmamasına rağmen benim için Tülin’in olduğu her yer benim olduğumdan daha yukarıdaydı. Çocuksu bir hayranlıkla Tülin’e erişmeye çalışıyor ve sahip olduğum her hüneri basamak olarak kullanıyordum.

Önce sıra dışı şakalarımla bir aura yaratmaya çalıştım. Mesela “pisagor değil temizagor” gibi aptalca şakalarla kitleleri coşturmaya çalışıyordum. Çok sonraları şakalarımın komik olmadığını anladım. Bu durum işimi daha zorlaştırdı. Bir dönem saçımı İlhan Mansız modeli yapmak istedim. İlhan Mansız’la aramdaki tek benzerliğin ikimizin de insan olduğunu anlamak yaklaşık 10 dakikamı aldı. Vazgeçtim. Sıra arkadaşım İlker at yarışı oynuyor, arka sıradaki Hüseyin ders çalışıyor ve ben Tülin’e nasıl erişebileceğimi düşünüyordum. Sonra buldum.

Tülin bir prensesti. Bundan emindim. Bunu resmileştirmenin tek yolu bir adet krallık, bir adet kral, bir adet kraliçe ve buna inanacak bir kitle olmasıydı. Bir piyes yazmaya karar verdim. Uzaydan bir araç inecek ancak bu araçtan çıkan uzaylı, bir uzaylı olarak rahat takılamadığı için kendini insan olarak tanıtacaktı. Bir ara pazardan mandalina alırken o ülkenin prensesiyle göz göze gelip aşık olacak ve mutlu bir hayat süreceklerdi. İşin özü bu. Üşenmedim, yazdım. Sonra da Türkçe öğretmenimize götürdüm.

Öğretmenimiz bir öğrencisinin böyle bir şey yazmasına çok sevindiğini ve kendisinin de desteklemesiyle bu oyunun sahnelenebileceğini söyledi. O kadar havalıydım ki inanamazsınız. Ben, İlker ve Hüseyin bu durumu okulun çatı arasında kola içip cips yiyerek kutladık. Önümde mutlak mutluluğun kapısı açılmıştı. Ertesi gün Tülin’i çağırarak bir dakika konuşup konuşamayacağımızı sordum. Bir insanı reddetmek için önemsemek gerekir. Yalnızca iyi bir insan olması sebebiyle beni reddetmeye bile gerek görmeyip ikinci dersin teneffüsünde görüşebileceğimizi söyledi. Aklım oynadı. Öğretmen tahtaya dik üçgen çizip açılarını gösterirken ben de Tülin’in acaba nasıl müzikler dinlediğini düşünüyordum.

İkinci dersin teneffüsü gelip çattı. Koridorda bulunan ve içinde fen laboratuvarı cihazlarının olduğu dolabın yan tarafına omzunu dayayıp beni dinlemeye koyuldu. Ben de iki elimi belimde birleştirip anlatmaya başladım. Bir yandan sağa sola doğru sallanıyor, bir yanda da piyes olayını açıklıyordum. Aslında her şey netti. Birisi prenses olmalıydı ve eğer birisi herhangi bir yer ve durumda prenses olacaksa bu kişi Tülin olmalıydı. “Makyaj da yapabilecek miyiz peki?” dedi. “Makyaj zaten ilk şart” dedim. “Olur” dedi. Ben bu olur kelimesini sindirirken Tülin gitmiş, ders başlamıştı. Kendime gelip derse girdim. Görev tamamdı. Tülin prenses ben de prens olacaktım.

Provalar başladı. Benim yazdığım piyes öğretmenimiz tarafından gerçek bir piyese çevrilmişti ve oyun gayet izlenebilir hale geliyordu. Temsil günü yaklaştıkça herkes daha heyecanlı hale geliyordu. Provalar sıklaşmış, Tülin git gide gerçek bir prenses gibi davranmaya başlamıştı. Üstelik provalardan birinin çıkışında beraber yürüdük. Hem öyle kısa mesafe falan değil. Nereden baksanız 10 dakika kadar yürüdük. Matematik notundan, yeni çantasından ve oyundan konuştuk. Ailesi oyun için bir elbise diktirmişti. Zaten Tülin’in günlük hayatta da bir prenses elbisesi giymesi gerekirdi bence.

Oyun günü geldi çattı. Heyecandan titriyorduk. Tülin’e makyaj yaptılar. Biraz ruj, pudra ve rimel. Çok güzeldi. Sahnede de çok güzeldi. O bir saatin nasıl geçtiğini hatırlamıyorum. Derin bir nefes alıp tutmuş ve beklemiş gibi hissediyordum. Her saniye başım biraz daha dönüyordu. Oyun bittiğinde herkes ayaktaydı. Ben de üçüncü sıranın soldan dördüncü koltuğundan kalkmış alkışlıyordum. Size ufak bir detaydan bahsetmeyi unuttum. Tipim prens olmaya müsait değildi. A şubesinden Berkay prens seçildi. Bence çok kötü oynadı. Öyle olunca “yok o zaman yapmayalım bu işi” de diyemedim. Öylece alkışlıyordum ve her saniye başım dönmeye devam ediyordu. Bayılmışım.

Sahne arkasında gözümü açtığımda başımda İlker duruyordu. “Kalksana lan” dedi. “Tülin nerede?” dedim. Meğerse oyuncular olarak yemeğe gitmişler. İlk hayal kırıklığım buydu işte. Biz de İlker’le kalkıp dönerciye gittik. Yarım ekmeğin ortalarına geldiğimde durup İlker’in yüzüne baktım. “Artık yok oğlum. Tülin falan yok. Artık öyle uçarı kaçarı hayaller de yok. Kendi yazdığım krallığın prensi bile olamadım lan ben. Bu işe bir çözüm bulmam lazım. Artık olacak şeyin peşinde koşacağım.” dedim. İlker o sıra ağzında koca bir yudum dolaştırıyordu. Süreci hızlandırmak için ağzında döneri iyice çiğneyip kolasından bir yudum aldı. Ufaktan bir geğirip suratıma baktı.

Aradan 15 sene geçti. İlker ganyan bayi açtı. Tülin evlendi. Ben ise kendi yazdığı krallıkta bile yerini bulamamış bir insan olarak bu dünyada oturacak bir tabure arıyorum. Üstelik artık öyle olmayacak hayaller de kurmuyorum. Bugünkü şartlarda bir canlı bomba saldırısına kurban gitmeyip ecelimle ölebilirsem kendimi bir nebze olsun şanslı hissedeceğim. Kendi yarattığımız krallıklarda figüran, tesadüfen yaşayan insanlar olarak da perişan olmadığımız bir dünya bulursam o tabureye oturup demli bir çay içeceğim.