Kendine yolculuk–I
Konuşuyorlar, onları anlamıyorum. Belki de anlamak istemiyorum. Bilmiyorum işte. Fark edilmediğimi anlıyorum geç de olsa.
Tacim Çiçek
Kafamı masaya koydum. Kafam, bir falcının küresi gibi duruyor avuçlarımda. Saçım yok oluyor bir anda. Gözlerimi, kafama dikiyorum. Gözeneklerden biri bir kapı gibi açılıyor. Buradan giriyorum içine. Duygularım dışarıya kepenk indirmiş. Yaşadığım kente benzeyen usumda ilerliyorum. Bir kamera gibi… Yolum aydınlık. Aydınlık öylesine etkili ki kimi zaman önümü, çevremi göremiyorum.
-Nereye?
-Niçin?
-Neden olduğunu biliyorum… Yine de irkiliyorum yaptığım yolculuktan. Kocaman, beyaz bir binanın önünde duruyorum… Yol bitiyor bu binanın önünde. Bina tek bir yapı ve çevresindeki duvarla yaşanılan yerin aynısı. Üstünde eşit aralıklı demir çubuklar ve aralarında da birbirine paralel dikenli teller var. Oldukça geniş ve yüksek duvara kamufle edilmiş bahçe kapısı açılıyor. İşaret parmağımı, yalnızca bizim tarafımızdan bilinen noktaya uzatmamla birlikte oluyor bu… İçeri geçiyorum. Kapı arkamdan kapanıyor sessizce. Görevliler eğilip yol gösteriyor bana. Oysa biliyorum gideceğim yeri. Görevlilere bakıyorum, ilk kez görüyorum gibi. Yüzlerini yitirmişler sanki. İrkiliyorum. Korkuyorum da… Belirtmemeye çalışıyorum. Başlıkların gölgesi de kısmen yüzlerini gizliyor fakat söylediğim bambaşka anlatabiliyor muyum, bilemiyorum. Görevlilerin üniformaları yemyeşil… Sapsarı mermerden olan bahçe yolundan ilerliyorum. Çaktırmadan görevlileri izliyorum, ne olur ne olmaz diye. Bahçe alımlı ve büyük…
Kanıksadığımı ve her köşesini avucumun içi gibi bildiğim bu bahçeden korkuyorum. Her an bir çiçeğin veya ağacın arkasından birileri üstüme atlayacakmış gibi bir duyguya kapılıyorum birden. Sonra ilk kez görüyormuşum gibi gözlerimi büyüleyici güzelliğinden alamıyorum. Bahçe yolunun bulvarı ışıl ışıl. Rengârenk. Sanki dünyanın bütün bitkileri yalnızca buradaymış gibi. Görüntüleri, kokuları, uyumları binaya apayrı bir hava katmış. İçim korkuma karşın bir hoş oluyor. Çeşit çeşit kuşların kulağıma gelen sesi beni alıp bambaşka yerlere götürüyor o anda… Karmakarışık duygular içinde yürüyorum. Yol bitmek bilmiyor. Uzadıkça uzuyor ve içimin korku kat sayısı da artıyor. Ağır ağır yürüyen ben miyim, yoksa birileri mi yolu uzatmış kestiremiyorum. Zamanın durmasını istediğim çok oldu, fakat böyle bir yerde değil, bundan eminim. Dünyanın sonu geliyor sanki. Pencereleri ve odaları çok binanın kapısına ulaştığımda hafifliyorum. Binan giriş kapısı kendiliğinden açılıyor. Bazı sesler geliyor kulağıma. Anlayamıyorum, çünkü daha çok gürültüyü andırıyor işittiğimi sandığım sesler. Eğleniyorlar mı, kavga mı ediyorlar pek çıkaramıyorum. Kapıyı geçiyorum, kapı kapanıyor. Sesler kesiliyor ya da bana öyle geliyor, bilmiyorum. Cennetin kendine has yollarından bir bir geçiyorum. Hem çabuk ilerliyorum hem de bir korku duymuyorum. Ağaçlar, çiçekler, kuş sesleri sığlaşıyor. Binanın girişi gerçekten de bahçe gibi miydi diye düşünüyorum bir yandan, anımsayamıyorum. Çoktandır gelmediğimi, geldiğimde de değişiklik yapıldığını biliyorum; yine böyle bir şey olmalı gördüklerim diyorum ve fazlaca kafa yormuyorum. Güzellikleri son buluyor. İzbelere yaklaşıyorum. Garipleşiyorum biraz. İçim sızlıyor. Tenimin alışık olmadığı bir giysi içindeymişim gibi huzursuz oluyorum. Ayaklarım bana isyankâr. Yine de zorluyorum onları istediğim yere götürmeleri için bedenimi. Sonunda savaşı ben kazanıyorum. Taşıyıcılarım bana boyun eğiyor. Yalnız taşıyıcılarımın korkusunu bir bıçak gibi hissediyorum yüreğimde. Çevrede iri iri gölgeler fark ediyorum. Beni fark etmesin diye gölgelerin sahipleri usulca ilerliyorum. Korkum çörekleniyor içimde. Çıldıracak gibi oluyorum. Gölgeler çoğalıyorlar ve beni kuşatıyorlar. Onlardan kaçabilmemin olanaksız olduğunu anlıyorum ve ne olacaksa olsun diyorum. Sesleniyorlar, korkmamam gerektiğini söylüyorlar. Tanıdık sesler, biraz olsun rahatlıyorum. Bakıyorum ki koruyucularımız, korktuğum gölgelerin sahipleri. Birlikte karanlığa giriyoruz. Yalnız olsam buradan geçemeyeceğimi biliyorum. Koruyucuların arasında ışıklı bir yoldan geçiyormuşum gibi rahat ilerliyorum. Sonunda bir kapıdan çıktığımızı ve binanın arkasında olduğumuzu fark ediyorum. Koruyucular azalıyorlar. Binanın bu kısmı gece gibi… Ay’ı da gözcü-güvenlikçilerin kulübe ışıkları… Sarı ışıkların ölü aydınlığı loş olmasını sağlıyor. Gerekli bu…
Binanın en zayıf kısmı olduğundan ancak böyle korunabiliyor, ek güvenlik önlemleri yanında. Beni bekleyenler çaresiz, hırçın, yorgun ve şaşkınlar. Sağa sola koşuyorlar. Hareket hâlindeler. Söyleniyorlar. Telaşlılar da… Kapkara giysili benzerlerimle göz göze geliyorum. Hepsi de benden iri yapılı ve ürkütücü. Yüzleri korkunç. Anlatmam olanaksız. İğreniyorum. Kendimden ve benzerlerimden... Tabii bu kendimi zaman zaman sevmediğim anlamına gemliyor. İçim dışıma çıkıyor. Hiçbir yaratığın yüzüne benzemeyen yüzler taşıyoruz, binanın bu kısmında. Lanetlenmiş gibi oluyoruz. Sevmiyoruz ama buraya da gelmek zorunda olduğumuz oluyor. Varlığımız için gerekli bu. Binanın ön tarafında hiç böyle değiliz. Aynada siz kendinizi nasıl görüyorsanız, biz de birbirimize baktığımızda ve aynaya baktığımızda kendimizi sizler gibi görüyoruz. Nedenini bilemiyorum. Bilenin de olduğunu sanmıyorum. Gerçek yüzümüz hangisi? Beni bekleyenler bana bakıyorlar. Hırçın ve saldırgan…
Konuşuyorlar, onları anlamıyorum. Belki de anlamak istemiyorum. Bilmiyorum işte. Fark edilmediğimi anlıyorum geç de olsa. Sanki çoktandır onlarlaymışım gibi davranıyorlar. Beni de ta başından beri kendileriyle olduğumu sanıyorlar, buna bir anlam veremiyorum. Hızlı hızlı soluyorlar. Yalnızca beni değil birbirlerini de görmediklerini düşünmeye başlıyorum. Davranışları bunun kanıtı. Usum karmakarışık olmuyor. Düşüncelerim dağılıyor. Kulak veriyorum söylenenlere, anlamaya çalışıyorum. Onlar mı söylüyor, yoksa dudaklarını mı okuyup bu sonuca ulaşıyorum, ayrımında değilim.
-Işıksız yaşanmaz, ışıksız yaşanmaz!
-Her şeyi azımsıyorlar, azımsıyorlar!
-Aracıları hırpalamışlar!
-Bu iş sarpa sarmaya başladı!
-Bu böyle olmayacak, artık!
-Işık hanelere götürmeliyiz onları.
-Doğru, yoksa karanlık denen canavara mahkûm oluruz!
-Bir kez de koruyucuları gönderelim…
-Durun durun geldim işte! diyorum sonunda, daha fazla dayanamıyorum. Müthiş bir sessizlik oluyor. Kendimi bir anda onların ortasında buluyorum. Şaşkınlığımı korkumu yeniyorum.
-Son çarelerimizi en başta kullanıp tüketmeyelim, bakarsınız zararımıza olur bu! Unutmayalım ki onlara gereksinimimiz düşündüğünüzden de fazla. Onlarsız yaşam olanaksız bizim için, biliyorsunuz değil mi?! Aracıları bahane ediyorlarsa kolayı var. Bırakın hepimizin adına konuşayım onlarla… Karşı çıkan olmuyor. Sessizlik hükmünü sürdürüyor. Bu çok sürmüyor. Biri yukarıdakilere sesleniyor:
-Işıkları yakın!
Öykünün ikinci kısmı gelecek hafta ekinizde.