ESİN NİSAN YILDIRIM Aylardır okumayı şöyle ya da böyle sebeplerle ertelediğim, kitaplıkta beklemekten tüm tozları üzerine toplamış bu kitabı sonunda okuyabildim. Aylar önce kitap çıktığında ilgimi çeken ilk şey ismi olmuştu aslında. İçeriği nedir ne değildir bir fikrim olmamakla beraber yazara da hâkim değildim. Yeni çıkan kitapları elimden geldiğince takip etmeyi sevdiğim için listeye Mahcubiyet […]

Kendini koruyamadığın nokta

ESİN NİSAN YILDIRIM

Aylardır okumayı şöyle ya da böyle sebeplerle ertelediğim, kitaplıkta beklemekten tüm tozları üzerine toplamış bu kitabı sonunda okuyabildim. Aylar önce kitap çıktığında ilgimi çeken ilk şey ismi olmuştu aslında. İçeriği nedir ne değildir bir fikrim olmamakla beraber yazara da hâkim değildim. Yeni çıkan kitapları elimden geldiğince takip etmeyi sevdiğim için listeye Mahcubiyet ve Haysiyet’i de ekleyivermiştim. İşin en dikkat çeken yanını, yani kitabın ismini bir kenara bırakarak başka bir perspektiften değerlendirmek istiyorum. Çünkü okuduktan sonra sizler de bu ufak kitabın üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi gerektiğinin farkına varacaksınız. Ya da farkına varmadan bunu yapacaksınız.

Kitabın ilk sayfalarında okuduğum, “Bir insanın elinden hayatı boyunca kendisini kandırdığı şeyi aldığınız anda mutluluğunu da bitirirsiniz” cümlesiyle beraber kitabın içine anında nüfuz ettiğimi söylemeliyim. Her şeyden önce insanın hayatta kendini kandırması ve bunu yaparken kullandığı mekanizmalar oldum olası ilgimi çekmiştir. Çoğunu bilmeden kullandığımız, birisi bizi yüzleştirdiğinde öfkelendiğimiz kaç savunma mekanizmamız var acaba? Daha da önemlisi gerçekleri görmeye karşı olan bu asılsız direncimizin nasıl olur da bize daha iyi geldiğini düşünürüz? Farkındalık bu kadar acı vermeli mi? Bu kadar kaçılması gereken bir şey mi? Kaçmak, belli bir noktaya kadar stratejik bir savunma mekanizması olsa bile hiçbir problemin bu yöntemle çözüldüğü görülmemiştir. Kısa vadeli olarak rahatlık sağlayan ve yazarın da üstüne basa basa söylediği -bir bakıma da kitabı üstüne temellendirdiği tema- bu ‘kendinden uzun süre kaçan’ insanın dramı, üstüne tartışılması gereken bir konudur. Kaçış mekanizması, farklı birçok perspektiften değerlendirilebilir. Hangi noktadan bakılırsa bakılsın karşımıza şu soru çıkacaktır: Peki ya artık kaçacak yer kalmadıysa?

Kaçacak yerin kalmadığı nokta, kitabın baş karakteri Elias’ın geldiği noktadır işte. Siz bir şeylerle oyalarsınız kendinizi, sorumluluklarınızdan kaçarsınız, olan biteni sorgulamazsınız ya da fazlasıyla oluruna bırakırsınız. İşte bir gün gelir tüm o bıraktıklarınız yakanıza yapışır. Ufacık bir olayda tüm yaşamınızı sorgular hale gelirsiniz; Elias gibi. Bir lisede edebiyat öğretmeni olan Elias, girdiği derste Henrik Ibsen’in meşhur oyunu ‘Yaban Ördeği’ üzerine konuşurken yaşadığı farkındalık öncelikle eğitim sisteminin objektif bir eleştirisidir. Elias’ın yaptığı eğitim sistemine yönelik eleştiriler ve öğrencilerin genel olarak öğrenmeye karşı olan negatif tutumu, yazarın sadece yaşadığı ülkeye ait sorunlar değildir. Bu sorunlar, öğrenmeye karşı isteksizlik, eğitim politikasının on sekiz yaşındaki çocukların ilgisini çekecek şekilde tasarlanmamış olması aslına bakılırsa çok evrensel bir olgudur ve evrensel olarak değerlendirilmeyi gerektirir. Henrik Ibsen’in Yaban Ördeği’ni anlatan Elias, bu oyunla ilgili çok önemli ayrıntıları dile getirirken, hayatla ilgili ince çizgilere dokunurken ve bunları öğrencilere anlatmaya çalışırken aslında bir arpa boyu yol alamadığını fark eder. Oyun hakkında parmak bastığı önemli noktaları kimse ciddiye almamaktadır. Her şeyi, bu ufak olay üzerine sorgulamaya başlar. Şimdi burada asıl düşünmemiz gereken nokta, Elias Ibsen’in Yaban Ördeği oyununu zaten senelerdir öğrencilere anlatıyorken, neden bir anda ve neden şimdi -yani ne oldu da- böyle bir farkındalık yaşamıştır? Neden bir anda çıldırma noktasına gelmiştir? Neden her şey bunca sene boyunca normal gibiydi de bu noktadan sonra anormal gibi olmuştur?

Güvenli bölgelere kaçmak

Bu soruların birçok cevabı olmakla birlikte yukarıda da belirtildiği gibi, ufak bir farkındalık eğer önü alınmazsa domino taşı etkisi yapabilir. Bunu başka bir insana izah etmek de zordur. ‘Ne oldu ki şimdi durduk yere?’ gibi bir sorunun açıklaması bulunamaz çünkü. Bulunsa dahi insan bir başka insana anlatamaz. Geçirgenliği yoktur. Bastırılan duygular ve düşünceler bir noktaya kadar hepimizin içinde vardır. Hatta Freud, bu savunma mekanizmalarının kullanımının bilinçaltında meydana geldiği gibi yerli yerinde kullanıldığı takdirde bir sorun yaratmayacağını, hatta kişiyi yaşama daha da motive edebileceğini belirtmiştir. Fakat biz Freud’u bir kenara bırakalım ve olumsuzu düşünelim. Lakin, Elias da senelerce sorgulamadığı ya da sorgulamaya girişse dahi muhtemelen kendini daha başlamadan durdurduğu konular hakkında düşünmeye başlamıştır artık. Her şeyden önce içinde bulunduğu toplumun sakatlığını, bu sakatlığın insan ilişkilerine ne şekilde hükmedebildiği üzerine de çok özel çıkarımlarda bulunmuştur. Arkadaşlıkların yüzeyselliği, insanların kapitalist toplum düzeninde geldiği tüketim odaklı yaşam biçimi vb birçok konu üzerinde kafa yorarken, çok önemli yazarlara da gönderme yapmıştır. Hatta iş arkadaşlarından birisi Thomas Mann’in Büyülü Dağ kitabına gönderme yaptığında içinde benzersiz bir mutluluk hissetmiş, onunla arkadaş olmak istemiş fakat bunu becerememiştir. Aslında bu kısa anekdot bile hepimizin içinde bulunduğu durumun içler acısı özetidir. Hepimiz en az bir kere, birisine gerçek anlamda dokunmak isteyip bir türlü beceremeyen o insan, yani Elias olmuşuzdur. İnanın ya da inanmayın, içler acısı insan ilişkileri yaşıyoruz. Samimiyetin öldüğü bu çağda, karşımızdaki insanla iletişime giremiyor olmak, girsek bile bunun birçok önyargılarla dolu olması ve bağ kurmakta bu derece zorlanıyor olmamız hepimizin üzerinde kafa patlatması gereken bir ayrıntı. Hatta ayrıntı bile değil, bu ana bir mesele. Hepimiz bir şeyleri özlediğimizden dem vuruyor fakat özlediğimiz şey karşımıza çıktığı anda sıvışıp kaçıyoruz. Peki nereye? O güvenli bölgelerimize…Güvenli fakat bizi öldüren, bizi çürüten ve bizi ilerletmeyen o yere…

Şimdi bu ölü samimiyet çağında, Elias gibi olur olmadık yerlerde patlıyorsanız, bir şeyler hep yanlış gidiyor gibi hissediyorsanız, her ufacık olayda kendi kabuğunuza çekiliyorsanız, insanları samimiyetsiz buluyorsanız ve her şeyden önemlisi kendinizi yalnız hissetmeye başlamışsanız içinde yaşadığınız topluma tekrar bir dönüp bakın derim. Toplumsal bazda bir dönüşüm yaratılabilir mi bilemiyorum ama kişisel bazda birçok şeyi değiştirebiliriz.

Güzel ve mavi günler yaşamak için, kendimize olan sorumluluğumuz için, hayatta olmanın hakkını verebilmek için. Düşünce kalkmak, hatta düştüğünü fark etmek bunun için önemlidir. Düştüğümüzün bilincine varalım, bu bilgiden kaçmayalım yeter ki. Yüzleşip kökten çözelim. Hem hangimiz ilerde Elias olmak isteriz ki? Ya da Elias’ın konumundaysanız, biliyorum ki kendisine inananlar için, herkesin tam gaz ilerlediği bu tehlikeli yolda sapılacak bir patika illa ki vardır.