Gündüz Vassaf, başucu kitaplarından saydığım Cehenneme Övgü adlı güzelliğini, 12 Eylül’ün ardından kimi akademisyen sakalını keser

Gündüz Vassaf, başucu kitaplarından saydığım Cehenneme Övgü adlı güzelliğini, 12 Eylül’ün ardından kimi akademisyen sakalını keser, kimi eski çalışmalarına sünger çekerken, öğretim üyesi olduğu Boğaziçi Üniversitesi’nden ayrıldıktan sonra Amerika’da yazmış; kitap “Prisoners of Ourselves: Totalitarianism in Every Day Life” adıyla önce orada yayımlanmış, sonra da müdavimlerinden olduğum Ayrıntı Yayınları tarafından 1992’de dilimize kazandırılmıştır.
Geçtiğimiz yaz, Radikal gazetesinde ki haddim olmayarak söyleyeceğim, Radikal’i Radikal eyleyen isimlerden biridir yazarımız, Futbolla Düşe Kalka başlıklı metnini okuduğumda endüstriyel futboldan ziyadesiyle nefret eden biri olarak sevdiğim yazılarını yeniden gözden geçirme gereği duydum.
İnsan arada bir eski kitaplarına, yazılarına dönmeli. Bir sıla duygusu; özlemişim Vassaf’ın kelimelerini. Hele anayasa referandumu üzerine yazdıklarını hatırlayınca... Hem biraz da böyle bir şeydir işte yazı, hayatımızla kesiştiği yerlerde daha da okur eyler insanı. Bir hayatı olmayanların, yaşadıklarıyla kesiştireceği şeylere ihtiyaç duymayanların okumayı, kâğıdı, kalemi sevmemesi, hatta okumaya zaman bulamaması da boşuna değildir.
   
Yeri gelmişken söyleyeyim, İletişim Yayınları hem okura hatırlatmak hem de sözcüklerin zamana yenik düşmesini engellemek için (öyle ya, en çok yaşayan şeylerdendir kitaplar) bu çalışkan kalemin köşe yazılarını “Uçmakdere Yazıları” başlığı altında derleyip yayımlıyor. Söz konusu toplamın ilk cildi, hatırlarsınız belki, “Türkiye Sen Kimsin” adıyla kitapçı raflarındaki yerini almıştı; geçtiğimiz haftalarda da serinin ikinci cildi çıkageldi: “Kimliğimi Kaybettim, Hükümsüzdür!”
   
Bütün iyi kitaplar gibi çözüm yerine soruları çoğaltan, daha ilk sayfasından önsözündeki şu hikâyeyle bile düşündüren bir kitap “Kimliğimi Kaybettim, Hükümsüzdür!”: Adamın biri, havalimanında, birden bire kuyruğun en önüne geçmiş, görevli “sıraya geçin beyefendi,” diye uyarmış aceleci arkadaşı. Adam, görevliye sertçe bakarak “sen benim kim olduğumu biliyor musun” deyince, görevli cevap vermiş: “Bir dakika beyefendi...” Ardından eline mikrofonunu alarak bir anons yapmış: “Burada kim olduğunu bilmeyen biri var, tanıyan varsa lütfen gelip sahip çıksın...”
   
Yazarın derdi açık: Kimliğe dair yaptığı şakadan başlayarak ulus devletlerin şekillendirdiği bireylerin yapılmış tarihlerine, o tarihlerin “kanlı” mücadelelerine; devlet, millet, vatan, sınır, bayrak, azınlık, çoğunluk, ırk, üstün ırk gibi gerçekte var olmayan kavramların içi boşluğuna dek bir dizi aidiyet öğesini yerden yere vurmak ve Diyojen’den bu yana dünya vatandaşlığının, sistemin biçtiği kimliklerden sıyrılarak insanı nasıl özgürleştireceğini anlatmak. Bu nedenledir ki kitap üç ana temayla ilişkilendirilmiş bölümlerden oluşuyor: Bayrak, din, cinsellik. Bir düşünülürse dünyanın bunca berbat bir yer oluşunda bu üç kavramın yeri iricedir.

Sol, sınıfsız, sınırsız bir dünya hayaline işaret ederken gel dikiz ki dünya vatandaşlığı memleketimizin bir kısım solcusunun hayli ürktüğü bir kavram hâlâ. Amerikan askerlerinin, topraklarında petrol barındırdığı için üzerine bomba yağdırdığı insanlarla, Almanya’da çokuluslu bir şirketin patronu arasında “sınıfsal” fark dışında hiçbir ayırıcı öğenin olmadığını hatırlatıyor yazılar... Tevfik Fikret ne diyordu: “Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin”.     Çünkü ne 1923’ten beri oluşturulmaya çalışılan Türklük, ne de üzerimize doğuştan atfedilerek seçme hakkı tanınmadan, nüfus kâğıdımıza bile yazılmış İslam bizi kimseden üstün kılamaz. Bu anlamda hiç kimse ötekim değil benim. Öyle ya, dünyanın başka bir yerinde, “sadece” başka birilerinin çocuğu olarak doğmuş olsaydım boş yere “mutlu” olup varlığımı armağan ettim ırkım, cinsim, dilim, dinim farklı olacaktı.
   
Bir de şu var. Kitaptaki yazılar, her şeyden önce gazete yazıları. Buradan bakacak olursak Vassaf’ın üslubu, eskinin fıkra yazarı dediğimiz büyük köşe yazarlarına göz kırpar nitelikte. Hem bilgi verici hem zihin açıcı. En çok etkilendiğim örneklerden birini, ayrıca benim çok da ilgimi çeken bir konu olduğu için burada anmak isterim.
Authentikos, Bizans’ta dini eğitimden geçmiş, kalem erbabı kişilere denirmiş. Yazarımızın dedesi, 19. yüzyıl Osmanlı taşrasında, Makedonya’da Kuran okuyan, ulemadan bir kişi olduğu için ona da efendi derlermiş. Osmanlı’da bu tip kişiler için yapılan bir yakıştırmaymış efendi; Authentikos’taki “authenti” sesinden benzeşerek bugünlere gelen yani. Kitapta bir yerde Vassaf, sonuçta bugün kimlere efendi dediğimizi soruyor. Anlamların zamanla değişmesi hayli ilginç bir meseledir. Bunun gibi okuru bekleyen daha nice şeyle dolu Uçmakdere Yazıları...
   
Kısacası böylesine bir içimlik kitaplardan her zaman öğrenebilecek hayli şey vardır. Teşekkürler Gündüz Vassaf!