Tayfun Pirselimoğlu bu yıl İstanbul Film Festivali’nde ‘Saç’la en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini kazandı.

SAÇ
Kimlik hırsızları

Tayfun Pirselimoğlu bu yıl İstanbul Film Festivali’nde ‘Saç’la en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerini kazandı. Saç bu hafta gösterime giriyor. Pirselimoğlu sinemasına topluca bir bakalım. Pirselimoğlu yalnızca bir film yönetmeni değil aynı zamanda bir yazar ve Viyana Uygulamalı Sanatlar Akademisi’nden diplomalı bir ressam da. Onu sinemada ilk kez Yeşim Ustaoğlu’nun ‘İz’ (1994) adlı filminin senaristi olarak tanıdık. Ustaoğlu’na uluslararası başarı kazandıran ‘Güneşe Yolculuk’ (1999) filminin senaryosu da Pirselimoğlu’nundu. (Bu konu mahkemelik oldu gerçi. Yargıtay ne karar verdi bilmiyorum ama alt mahkeme senaryonun Ustaoğlu’na değil, Pirselimoğlu’na ait olduğuna hükmetmişti.) ‘Güneşe Yolculuk’ Pirselimoğlu’nun İz’de başlayan ve diğer filmlerinde de kendisini gösterecek olan temaları içeriyordu. Filmin kahramanının başka birinin kimliğini alması, üstlenmesi durumuyla ‘İz’de karşılaşmıştık. Bu temanın en ünlü filmi elbette ki Antonioni’nin ‘Yolcu’sudur (1975). ‘Güneşe Yolculuk’ta filmin kahramanı Tireli fakat bir Kürt gibi esmer bir delikanlıdır.  Bu delikanlı Kürt bir arkadaş edinir. İki genç de polis şiddetine maruz kalır ve sonunda Tireli delikanlı herkesin kendisinden beklediği şeyi söyler. Derisinin renginin çağrısına uyar, Türk kökenini reddeder ve bir Kürt olduğunu söyler.  Arkadaşının etnik kimliğini üstlenir.

BİR ANNENİN REDDEDİŞİ
Pirselimoğlu ilk yönetmenliği ‘Hiçbiryerde’ (2002) ile birçok ödül kazandı. Eurimage ilk kez bir Türk yönetmenin bir ilk filmini desteklemişti ‘Hiçbiryerde’ ile. Film polis gözetiminde kaybolan oğlunu arayan bir anneyi anlatır. Polis genci gözaltına aldığını inkâr eder.  Ama inkâr içinde olan sadece polis değildir anne de bir inkâr içindedir. Anne en başta oğlunun politik bir kimliği olduğunu reddeder. Oğlunun cesediyle morgda karşılaştığında ise cesedin oğlu olduğunu reddeder. Anne gerçekleri reddetmekle, hakkını arama, polis devletine karşı mücadele etme, oğlunun kaderini kabul edip yasını tutma şansını da kaybeder. Ama filmin finalinde büyük bir değişim yaşar. Daha önce tanışmış olduğu bir gencin cesedini kendi oğlu olarak teşhis eder. Başka bir gencin kimliğini oğluna giydirir. Bu kadın için yeni bir başlangıcı simgeler.   

Beş yıl aradan sonra çektiği ‘Rıza’ (2007) Pirselimoğlu sinemasında bir değişimi haber verir. Yönetmen filmlerinde ortam sesi dışında müzik kullanımına son verir. Yeni minimalist üslubunda ‘Hiçbiryerde’deki gibi bir anlatıcı sesini hayal bile etmek artık imkânsızdır.  Zaten az olan diyaloglar iyice azalmıştır.  Rıza filmin kahramanının da adıdır. Kamyonunu tamir ettirtecek parası olmadığı için işsiz kalkmış bir şofördür Rıza. Piyango oynar ama kazanamaz. Önce ölmüş bir arkadaşının parasını çalar. Sonra bir Afgan göçmenini öldürüp, soyar. Ama bu korkunç eylemi, başka insanlarla iletişim kurmasını iyiden iyiye engeller. Özellikle de eski sevgilisiyle bir araya gelme şansı tamamen yok olur. Suçluluk duygularıyla birlikte yapayalnız bir hayat sürecektir. Film gününün İstanbul’unda geçer. Ekonomik krizi, yasadışı göçmenleriyle gerçekçi bir tablosudur kentin. Pirselimoğlu filmlerinde sosyal politik ve ekonomik arka plan her zaman belirgindir. İnsanlar varoluşsal krizleriyle cebelleştikleri bir boşlukta yaşamazlar; davranışlarının tümünü olmasa da birçoğunu anlaşılır kılan acımasız ve adaletsiz bir dünyada tutunmaya çalışırlar.  ‘Rıza’ Yılmaz Güney’in atının ölümüyle işsiz kalan ve umudunu piyango biletlerine bağlayan, ‘Umut’ filminin kahramanı Cabbar’la yakından akrabadır.

‘Pus’ (2008) yine işsizliğin arka planda belirgin olduğu bir İstanbul’da geçer ve filmdeki karakterlerin hepsi işsizlikle tanışır. Filmin kahramanı Reşat hayatın hep dışında kalan biridir. Bir korsan DVD’cideki ‘kariyeri’ hayatta duruşunu yansıtır. Başkalarının hayatını izler ama kendi hayatını yaşayamaz, bir kimlik sahibi olamaz, komşu kızın dikkatini çekemez. Rıza gibi Reşat da çalar. Ama Reşat gerekli gereksiz her şeyi çalan bir kleptomandır daha çok. Başkalarının eşyalarını çalarak bir anlamda onların kimliğine de sahip olduğunu düşler. Onun bir ‘ben’i yoktur, dolayısıyla başkalarıyla kendisini ayırabildiği sınırları da. Bir motosiklet çalıp kullanmaya başlayınca komşu kızın dikkatini çekmeyi başarır ilk kez. Ama motosikleti kaybettiği anda kızı da yeniden kaybeder. Tesadüfen bir çiftin hayatına dahil olur. Adam mezbahada, kadın ise bir tekstil atölyesinde çalışmaktadır. Adam Reşat’ı yanlışlıkla bir kiralık katil zanneder ve ondan karısını öldürmesini ister. Reşat belirgin bir nedeni olmamasına rağmen bu cinayeti işler. Belki de kendisini ancak bu şekilde bir kimlik sahibi gibi hissedebilmiştir. Yani o da bir başkasının, bir kiralık katilin kimliğini çalmıştır. 

KİMLİK DEĞİŞEBİLİR, SAKLANABİLİR Mİ?
‘Saç’ (2010) Pirselimoğlu’nun bugüne kadar anlattığı en muğlâk hikâyedir. Bu kez filmin kahramanı Hamdi adlı bir perukçudur. Aynı zamanda evi de olan atölyesinde peruk imal eder ve satar. Saçın filmde birçok anlamı vardır. Saç birinin kimliğini değiştirebilir, saklayabilir. Kutsal ya da pornografik olabilir. Mümin bir kızın peruk takarak hem dinin kurallarına hem de yasalara uymaya çalıştığını görürüz. Bir orospunun ise peruk takarak başkalarının dikkatinden kaçmak değil tam tersine o dikkatleri üzerine çekmeye çalışmasına da tanık oluruz. Hamdi dükkânına gelen ve saçlarını satmak isteyen bir kadına yönelik saplantılı bir tutku geliştirir. Kadını izlemeye başlar. Pus’taki Reşat gibi başkalarının hayatı cezp eder Hamdi’yi. Mezbahadaki adam gibi, bu kadının kocası da ölü bedenlerle uğraşmakta, morgda çalışmaktadır. Ölüm zaten hep önemli bir rol oynar ve kahramanlar üç filmde de cinayet işler. Hamdi de adamı öldürür ve kadınla birlikte yaşamaya başlar ama adamın hayaleti onları terk etmez. Belki de Hamdi her şeyi hayal etmiş ve cinayeti işlememiştir.  Film başladığı gibi ama hafif bir ton değişikliğiyle sona erer. Ölümcül bir hastalığı olan ve küçüldüğüne inanan Hamdi belki de artık kafasını buna takmadığını gösteren bir jest yapar. Hamdi biraz değişmiştir, Pirselimoğlu kahramanlarının tümü gibi.

Pirselimoğlu filmleri son derece yavaş tempoları ve sıkıntı ve acıyı tavizsiz göstermeleriyle seyirciden çok şey talep eden filmler. Ama özgün bir yaratıcının imzasını taşıdıkları su götürmez.