Daha önce de yazmıştım ya, yine yazayım: Almodovar’ın son döneminin büyük hayranlarından değilim. Son 10 yılda yaptığı işlerden

Daha önce de yazmıştım ya, yine yazayım: Almodovar’ın son döneminin büyük hayranlarından değilim. Son 10 yılda yaptığı işlerden ‘Konuş Onunla’ kanımca bir başyapıttır. Ama, hayranlığım burada başlıyor ve bitiyor. ‘Volver’i (Dönüş) mesela hiç ama hiç beğenmedim.  ‘Annem Hakkında Her Şey’ bence şöyle böyle bir filmdi. Ama bu dönemde (1999-2009) Almodovar, çağının en büyük yönetmenlerinden biri muamelesi gördü, almadığı ödül kalmadı.
BÜYÜK DEĞİŞİM
‘Kırık Kucaklaşmalar’a büyük beklentilerle gitmedim. Beklediğimden iyi buldum ‘Kırık Kucaklaşmalar’ı ama… Gerçekten çok ustaca çekimler var filmde, hangileri diye sormayın, ancak bir kez daha izlersem anlatabilirim. Hani Nuri Bilge Ceylan’ın ‘İklimler’de seyirciyi ters köşeye yatıran plaj sahneleri vardır, ona benzer bir-iki plan var bu filmde de. Sinemaseverlere hitap edecek çok şey var, bin bir tane gönderme, selam çakma şu bu… Zaten ‘Kırık Kucaklaşmalar’, sinema üzerine bir film. Bir yönetmen ile oyuncusunun aşkı, prodüktörün onların aşkını kıskanması, bir belgeselci çocuğun olayların parçası olması çabası, nihayetinde yönetmenin kurgusuyla ulaşılan mutlu son filmin öğeleri... Ama sinemaya olan aşk ilanını bir kenara bırakacak olursak öyküsündeki muazzam dramatik gelişmelere rağmen, seyirciye bir duygu geçirmeyi başaramayan bir film kalıyor geriye.
Kör bir senarist var, adı Harry Caine (İngilizce fırtına anlamına gelen ‘hurricane’ sözcüğüne de benziyor ama muhtemelen ‘Yurttaş Kane’e bir gönderme de içeriyor). Harry körlüğünden yararlanıp ağına düşürdüğü kızlarla iş pişiren bir üç kağıtçı gibi çiziliyor başta. Üstelik Harry gerçekten kör mü, o da belli değil ama buna benden başka takılan yazara rastlamadım. Harry tasarlanmış, yapma bir karakter, kahramanın asıl ismi Mateo Blanco. Bir trafik kazası geçiriyor, sevgilini kaybediyor ve kendisini bu kazadan sonra Harry olarak yeniden ‘inşa’ ediyor Mateo. ‘Körlüğün’, “yeni kimliğinin gerekli bir parçası” olduğunu söylüyor başta ve bunun bir rol olduğunu ima ediyor. Bir başka sahnede de kapı deliğinden dışarı bakıyor kör kahramanımız. Ama filmin geri kalanında da tam bir kör gibi davranıyor. Kısacası Harry’ye şüpheyle yaklaşıyoruz, körlüğü bile bir soru işareti olarak kalıyor. Harry, kazadan önce yani Mateo’yken film yönetmeniymiş ve Lena adlı oyuncusuyla büyük bir aşk yaşamış. Fakat Lena da havada bir karakter. ‘Gündüz Güzeli’ filminin kahramanı Severine gibi, hayatının bir yarısında mazbut bir sekreter ve babasının kızıyken, diğer yarısında fahişelik yapıyor Lena/Severine. Sonra birden onu patronunun sevgilisi olarak, büyük bir değişim geçirmiş biçimde görüyoruz. Kanser hastası babasına yardım eden o sekreter kız nasıl değişti?
MEĞER BİR ALEGORİYMİŞ…
Karakterler böyle çizilince anlatılan son derece dramatik öykü, şaka mı ciddi mi, anlaşılmıyor. Bu durum diğer karakterler için de geçerli. Yani hiç birinin ayakları yere basmıyor, hepsi yalap şap. Prodüktörün ‘gay’ oğlu ne öyle? Ya gerçek babasının kim olduğunu yeni öğrenen ama neredeyse hiç duygusal tepki göstermeyen diğer genç? Olay örgüsü desen karmaşık, sıkıcı ve uzun. Dokunaklı olması gereken hiçbir şey dokunaklı değil. Almodovar röportajlarında filminin politik bir içeriği olduğundan da söz ediyor. Kör senarist Harry Caine’e dönüşen yönetmen Mateo’nun hikâyesi meğerse İspanya’nın politik tarihinin de bir alegorisiymiş. Franco döneminin acılarına yıllarca dönüp bakamayan İspanya’nın haliyle Harry Caine’in durumu arasında paralellik varmış. Harry de geçmişi çok acı verdiği için kendisine yepyeni bir kimlik edinmiş ve geri dönüp bakmamış. Belki körlüğü de seçilmiş bir körlük, filmin en az iki kez ima ettiği gibi. Fakat ben bu politik göndermeler hakkındaki bu yazıları okumasam, hayatta kendi kendime filmden çıkaramazdım. Harry’nin acı çeken bir adam olduğuna bile pek ikna olmamışken...
Filmin finalinde beş dakikalık bir ‘başka film’ var. Mateo’nun Lena’yla çektiği, prodüktörün katlettiği ama sonradan yeniden kurgulanarak kurtarılan ‘Genç Kızlar ve Bavullar’ adlı filmden bir bölüm görüyoruz bu beş dakikada. Gördüklerimiz Almodovar’ın ‘Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar’ının bir benzeri. Bütün film içinde en eğlenceli bölüm bu. “Aslolan sinemadır, gerisi kırık dökük kucaklaşmalardan ibarettir” gibi bir şey mi söylüyor film bize? Onu bilmem, aldığım mesaj şu: Yönetmen, dönüp kendi kendisine ve çalıştığı medyuma bakmaya başlamışsa, alarm zilleri de çalmaya başlamıştır. Fakat, Penelope Cruz’dan söz etmeden bu yazı bitmemeli. Ne kadar kusurlu bir kusursuz güzelliktir bu Cruz’unki! Maşallah!
AMELIA: Klişeler geçidi...
Amelia Earhart ABD’nin ve dolayısıyla dünyanın ilk önemli kadın pilotu ve bir yıl içinde onunla ikinci defa karşılaşıyoruz filmlerde. Earhart Atlantik Okyanusu’nu tek başına aşan ilk kadın olarak tarihe geçmiş durumda. ‘Müzede Bir Gece II’de Amelia Earhart’ı Amy Adams canlandırmıştı. Bu kez Hilary Swank aynı rolde.
İlk film bir komediydi, çocuklara yönelikti, fakat iki filmde anlatılan kadınların aynı kadın olduğuna inanmak imkânsız. ‘Müzede Bir Gece II’, zamanına göre çok ilerde bir ilişki anlayışı olan, başına buyruk ve bağımsız bu kadın pilotu bir şirinlik muskasına, saf ve biraz da aptal bir kadına dönüştürmüştü. Zaten kötü bir film olan ‘Müzede Bir Gece II’den daha da tiksindim şimdi.
KADININ ADI VAR, SOYADI YOK!
Fakat ‘Amelia’ da çok kötü bir film öte yandan. Bir klişeler resmi geçidi sanki film baştan sona. Kahramanımız küçükken tarla üzerinde uçan bir uçak görür ve… Evet bildiniz, pilot olmaya karar verir.
Bu kadar bilgi bize yeter. Sonra iki erkekle ilişkisi olur. Biriyle evlenir, diğeriyle kısa bir aşk yaşar. Falan filan. Film bir tek Amelia Earhart’ın uçağının kaybolduğu sahnede, yani kahramanın son uçuşu sırasında bir etki yaratıyor, gerisi iki saate yakın süren bir sıkıntıdan ibaret.
Bir de dikkat ettiniz mi, biyografinin kahramanı erkekse filmin adı o erkeğin soyadı, kadınsa o kadının ön adı oluyor. Kadının adı değil de soyadı yok galiba.
İsveç’in küçük kenti
YILIN en iyi filmler listelerine baktığınızda ‘Gir Kanıma’ ile sık sık karşılaşacaksınız. Mesela prestijli ‘Sight & Sound’ dergisine göre yılın en iyi 5. filmi ‘Gir Kanıma’. Yine aynı dergide bir yazı filmi ne olduğu üzerinden değil de ne olmadığı üzerinden anlatmaya çalışıyor. Kısacası değişik bir filmle karşı karşıyayız. ‘Gir Kanıma’ bir vampir filmi ama klasik anlamda bir vampir filmi de değil. Bir aşk öyküsü ama kahramanlarından biri erkek diğeri ise cinsiyetsiz (kız görünümünde gerçi). Hatta, aynı zamanda toplumsal gerçekçi bir film olduğunu iddia ediyor yaratıcıları. Gerçekten de küçük bir İsveç kentinde, 1980’lerdeki yaşamı, insanların yabancılaşmışlığını da anlatan bir film ‘Gir Kanıma’.
Ama bir cümleyle özetle derseniz, 10 yaşlarındaki iki çocuğun acımasız yetişkinler dünyasında ayakta kalabilme mücadelesini ve dostluğunu anlatan fantastik/gerçekçi bir korku filmi derim. Yani daha doğrusu gidin, kendiniz karar verin! Filmin adını Morrissey’in bir şarkısından aldığını belirtelim; ‘Gir Kanıma’yı değil de, ‘Doğru Kişiyi İçeri Al’ anlamına gelen ‘Let the Right One In’ adlı asıl adını.