Gün bitip, güneş çekilince geriye günün yorgunluğu kalıyor. İşte o akşam, bir bardak demli çay ve okunamamış günlük gazeteler...

Gün bitip, güneş çekilince geriye günün yorgunluğu kalıyor. İşte o akşam, bir bardak demli çay ve okunamamış günlük gazeteler ile bir parça olsun günün yorgunluğunu atmak niyetindeyim. Alev, elindeki notlarda düzeltmeler yapıyor ve kırmızı kaleme ihtiyacı var. Derken tüm ev halkı kırmızı kalem aramaya koyuluyoruz. Bir kırmızı-mavi kurşun kalem buluyorum. Beğenilmiyor. İlla ki tükenmez olacak. Derken kırmızıya yakın (daha doğrusu turuncu ) bir kalem buluyorum. Onun da rengi beğenilmiyor. Meğer ne zor işmiş kırmızı kalem bulması. Her neyse orta yolcu bir aile olarak bir orta yol buluyor ve sorunu geçici de olsa çözüyoruz.
Bu arada çay da soğudu tazelemek gerek diyor ve kalkıyorum. Salona döndüğümde haberler başlamış. Gözüm televizyonda. ‘Kürt meselesi’ üzerine haberler veriliyor. İçişleri Bakanı Evliya Çelebi rollerinde. Spiker kırmızı çizgilerden bahsediyor. Biz maaile bir kırmızı kalemi zor bulurken bu siyaset erbabı (!) ne de kolay buluyor ve her yeri kırmızı çizgilerle donatıyor hayret bir şey yani…
Hükümetin anladığım kadarıyla , anayasal özerklik, operasyonların bitirilmesi ve Öcalan’ın bırakılması konusunda kırmızı çizgileri mevcut. Baykal’ın; milli devlet anlayışı  ve etnisitenin milli eğitime taşınması  konularında kırmızı çizgileri var. Bahçeli’nin her yanı kırmızı çizgi. Zaten o kaleme ihtiyaç da duymuyor. Faşizm tarih boyunca varlığını kan ve gözyaşı üzerine oturttuğundan onlar çizgilerini kanla çizmeye devam ediyorlar. Şimdilerde pek sesi soluğu çıkmıyor görünse de kırmızı çizgileri çoktan çizmiş ve silmeye hiç de niyetli görünmeyen asker de bir yanda. Kürt Hareketi de  kendine göre kırmızı çizgilere sahip ve bunu çeşitli ağızlardan beyan etmekte.
Nedir bu kırmızı çizgi meselesi?  Latince’de “ sine qua non” diye ifade edilen Türkçe’ye “olmazsa olmaz” diye çevrilen bir tanımlama. Olmazsa olmaz ifadesi mutlaklık içeriyor. Bu mutlaklık günümüzde toplum içerisinde yer yer nüfuz etmekte. Hemen hemen her kesimin kırmızı çizgileri mevcut. Laiklerin, dindarların, cemaatlerin, askerin, iş dünyasının, kapitalizmin şunun bunun…
Örneğin AKP’li Belediyelerin kırmızı çizgisi alkol tüketimi iken kimi valiler için pisuarlar kırmızı çizgi olabilmekte. Baş örtüsü laikler için kırmızı çizgi olabilmekte örneğin. İşverenler için sendika kırmızı çizgi olurken Hükümet için kamu emekçisinin toplusözleşme talebi kırmızı çizgiyi gerektirmekte.
Şöyle ya da böyle hemen hemen her kesimin bir kırmızı çizgisi olduğu günümüzde ortak kırmızı çizgiler daha da  önem kazanmakta. Avrupa Birliği’ne girmek için çırpınan Türkiye’ye karşı AB’nin kırmızı çizgileri var. Ve bu kırmızı çizgiler dolayımında dayatmaları söz konusu. Yıllardır uyum için çıkartılan yasalar, yönetmelikler, genelgeler ortada. Demokratik açınımlardan bolca söz edilen günümüzde ifade özgürlüğü, Kürt meselesi vb konularda daha fazla demokrasi diyen AB sıra sendikal haklara, seçim barajlarına gelince birden görünmez oluveriyor. AB ve ABD başta olmak üzere küresel kapitalizmin aktörleri serbest piyasa konusunda her türlü müdahaleye  ( bu kriz günlerinde bu anlayışlarını esnetmiş görünseler de bu geçicidir) ve kısıtlara karşı  kırmızı çizgiler oluşturmuşlardır.
Bu gün kamu emekçileri grevli toplusözleşme hakkı talep ederken buna ne Baykal’ın ne Bahçeli’nin ne de diğerlerinin destek vermesi görülmüş bir şey değildir. Söz sırası işçi, emekçi haklarına gelince, söz sırası halkların bire bir yaşam taleplerine gelince kapitalizmin kırmızı çizgileri birdenbire ortaklaşıvermekte. Bu gün tartışılan, çözüm aranan, Kürt meselesinde AKP’yi demokratik açınımları (!) nedeniyle olumlayanlar gerçek demokrasinin kırmızı çizgilerinin olamayacağını unutanlardır. İşte emek-sermaye çelişkisi bağlamında demokrasiye konan kırmızı çizgiler ortada iken Kürt meselesini kimlik sorunu olarak ele almak, meselenin sınıf sorunu kısmını yadsımak, es geçmek asla yeterli olmayacaktır. Eğer böyle yapılırsa ( ki böyle olacağı aşikârdır) sorun çözülmüş olmaz. Elbette ki demokratikleşme, ne AKP’nin ne de benzerlerine iradeyi teslim etmiş olan liberallerin ve sözde solcuların edimleri ile olabilecek bir şey değildir. Asıl sorunun çözümü ancak sosyalistlerin, devrimcilerin elindedir. Şu malum fıkranın gerçekliği ortadadır;
Hani akıl hastanesinde bir gün aklın hegemonyasından kendini kurtaranlardan biri koşarak doktorun yanına gelmiş: “Doktor çabuk bizim koğuşa gel!” demiş.
Doktor gitmiş, biri kendini ayaklarından tavana asmış öylece duruyor.
Doktor, “ ne bu? “diye sorunca, diğerleri yanıtlamış: “ Doktor bu zırdeli kendini ampul sanıyor.” Doktor kızmış: “Olur mu öyle şey hemen indirin onu aşağıya!” Tüm koğuş bir ağızdan seslenmiş:” Doktor o zaman da biz ışıksız kalırız ama”. Bu gün için gelinen durum bir hayli karanlık ve gölgeli olabilir fakat gölge olan yerde ışıkta vardır. Halka, kendi özgücüne güvendiği takdirde, hiçbir zaman ışıksız kalmayacağını, o ışığın her daim var olduğunu işaret etme zamanıdır. Kendini ampul sananlara rağmen…