Deprem bize iktidarın kent haricinde kırsalda da bir afet stratejisinin olmadığını gösterdi. İktidarın organizasyon eksikliği en çok kırda kendisini ortaya çıkardı ki, köylerde yaşayanlar kendi başının çaresine bakmaya zorlandı.

Kırsalın “inşası”, birikim ve mülksüzleştirme

İLKAY ÖZ

24 Şubat Cuma günü Resmî Gazete'de yayınlanan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı OHAL kapsamında yer alan illerde yerleşme ve yapılaşmaya ilişkin olağanüstü yetkilerle donatıldı. Bu kararname bölgede yeni yerleşim yerlerinin Mera Kanunu ile Orman Kanununda belirtilen alanlarda kurulabileceğini belirtiyor. Keza kararnamede tarım arazilerinin imara açılması önünde bir engel ibaresi de bulunmuyor. Böylelikle iktidar yine bir krizi OHAL üzerinden fırsata çevirerek sermaye için yeni birikim mekânları açıyor.

Devletin kudretli elleriyle sermayenin görünmez eli buluşuyor. Deprem sermayenin yeni coğrafyalara yayılımını kolaylaştıracak araç haline getiriliyor. İnşaat çarkının tekrar hızlıca dönebilmesi için o kadar acele ediliyor ki ÇŞİD Bakanlığınca onaylanacak plan ve imar uygulamaları beklenmeyecek. İnşaat firmalarının bu ilksel birikimi elde edilebilmesi için devletin zor gücü devreye sokularak hem acele kamulaştırma kararı uygulanabilecek hem de askı ilan ve itiraz süreci işletilmeyecek. Bu durum ekonomik krizle yavaşlayan inşaat sektörü için kaldıraç görevi görecek.

Bu kararname kırsal alanlarda ikamet edenlerin; hayatını meralarda otlattığı hayvanlarla sürdüren üreticilerin, geçimini ormanlardan sağlayan orman köylülerinin ve de güçlükle tarımsal üretim gerçekleştiren çiftçilerin mülksüzleştirilmesi ve yerinden edilmesine kapı açacak. Metin Özuğurlu’nun “doğrudan üreticilerin kendine yeterli ya da kendi tedariklerine dayalı yaşam pratiklerinden olduğu kadar, kolektif ya da kamusal nitelikte olup kapitalist hareket yasalarına şu veya bu ölçüde tabi olmayan toplumsal varlıklardan da kopartılmaları” şeklindeki ilksel birikim kavramsallaştırması deprem sonrası yaşanacak süreci karşılar niteliktedir. Kısacası depremin yarattığı zorluklara ek olarak bu karar da köylülerin mülksüzleştirilmesi, doğal müştereklerin çitlenmesi üzerinden yeni bir ilksel birikimi sermayeye kazandıracak. Ve tam da bu yıkımın ortasında Marx’ın dediği gibi “onların mülksüzleştirilmesinin öyküsü, insanlık tarihine kandan ve ateşten harflerle” tekrar yazılacak. Bunun yanında doğa talan edilip hayvanı, bitkisi, köylüsüyle coğrafyanın sahipleri yerinden edilip bölgenin depremden geriye kalan kentsel ve kırsal hafızası da silinecek. Deprem bölgesi canlılar için acı ve keder, kanla beslenen sermaye için kâr ve talan coğrafyası haline geliyor.

Deprem bölgesinde yaklaşık beş bin köy var. Buralarda yaklaşık 2,5 milyon kırsal nüfus yaşıyor. Bu nüfusun çoğunluğu şirketlerin hakimiyetindeki gıda sistemi içinde, artan girdi maliyetlerine rağmen, zar zor da olsa bitkisel ve hayvansal üretimden geçimlerini sağlayabiliyorlardı. Deprem bu insanların çoğunun geçim koşullarını ortadan kaldırdı. Öyle ki depremle birlikte yaşadıkları evlerinin dışında ahır, ağıl, kümes ve/veya yem depolarının yıkılması, süt sağma makinesinden patoz ya da traktöre kadar tarımsal makine, teçhizat ve araçlarının zarar görüp kullanılamaz hale gelmesi ve yıllarca besledikleri hayvanlarını yitirmeleriyle birlikte üretim için gerekli olan temel araçlardan yoksun kılındılar. Ayırca sulama kanallarının, elektrik hatlarının zarar görmesi de bitkisel ve hayvansal üretimi sekteye uğratıyor. Üreticiler hayvanlarını besleyecek yem bulamıyor, hayvanını yok pahasına satmak zorunda bırakılıyor; hayvanlarını sağabilenler ellerindeki sütleri soğuk hava araçları ve ulaştırabilecekleri pazarları olmadığı için satamıyor. Bitkisel üretim yapan çiftçiler de depolarındaki mahsulleri ellerinden çıkaramıyor. Keza yıkılan ve ağır hasar gören büyükbaş ve küçükbaş işletme sayısının 2 bin 800’ün üzerinde olduğu ifade ediliyor. Depremde hayatını kaybeden ya da göç etmek zorunda kalan çiftçi ve tarım işçileri nedeniyle ortaya çıkan emek boşluğu da bölgedeki tarımsal faaliyetin devamlılığında bir engel oluşturuyor.

Tüm bunlar bölgede yaşayan insanların yalnızca göç etmesini değil üretim ve yeniden üretim ilişkilerindeki kimi değişimleri de beraberinde getirecek. Bölgede aile emeğine dayanan, tarımla geçinen, hayvancılıkla uğraşan küçük meta üreticisi mülksüzleşip yaşadığı coğrafyayı ya da tarımı terk ederek farklı bir üretim ve yeniden üretim sürecine girecek. Belki de imalat, turizm ya da inşaat sektöründe, ucuz işgücü olarak, geçici, kayıtdışı ve güvencesiz çalışmak zorunda kalacak.

Deprem bize iktidarın kent haricinde kırsalda da bir afet stratejisinin olmadığını gösterdi. İktidarın organizasyon eksikliği en çok kırda kendisini ortaya çıkardı ki, köylerde yaşayanlar kendi başının çaresine bakmaya zorlandı. Üreticiler yem depoları zarar gördüğü için hayvanlarını besleyemediler. Bununla birlikte hayvanlarını, topraklarını terk edemeyecekleri belli olmasına rağmen iktidar depremzede köylülere çadır göndermedi, çadır kentleri işaret etti. Köylüler ise sebzelerini ektikleri seraları barınma ihtiyacını karşılamak için kullandı. Köylünün hayvanlarını terk etmesinin mümkün olmadığını bile anlayamayan iktidar var. Yurttaşın, çiftçinin, üreticinin sosyal bir devlette mevcut olması gereken haklarını vermek yerine sadaka ya da haklarının kırıntısını veren bir iktidar var. Deprem bölgesindeki kayıtlı çiftçilere yaklaşık 2 milyon büyükbaş için hayvan başına 500 TL ve 9 milyon küçükbaş için hayvan başına 50 TL, toplam 1,5 milyar TL yem desteği verileceği açıklandı. Bu destek çiftçinin hayvanını 2-3 hafta beslemesine bile yetmiyor.

Tarım Kanununa göre, tarımsal desteklemelere ayrılacak kaynak GSMH’nin %1’inden az olamaz. Ancak AKP iktidarı kendi çıkardığı yasaya bile uymuyor. Bu yasanın yürürlüğe girdiği 2006’dan beri tarımsal desteğin GSMH’ye oranı her zaman %1’in çok altında kaldı. Fatih Özden 2009-2020 arasında bu kapsamda tarıma ayrılması gerekenle verilen destek arasındaki fark ilgili yılların döviz kurları üzerinden hesaplandığında yaklaşık 53 milyar dolar olduğunu ifade ediyor. Güncel dolar kuru üzerinden Türk lirasına çevirirsek bu 1 trilyon TL yapıyor. Oysa geçen günlerde birçok TV kanalında yayınlanan sadaka şovu pardon Türkiye Tek Yürek bağış kampanyasında toplanan rekor bağış yaklaşık 115 milyar lira. Kamu kurumlarının yaptığı “bağış” da bu meblağın büyük bölümünü oluşturuyor. Oysa 11 yılda Türkiye çiftçisine aktarılması gereken miktar bu bağışın 8 katı.

AKP iktidarı her alanda olduğu gibi tarımda da sermayenin, ulusal ve çokuluslu şirketlerin lehine ve çiftçinin aleyhine olacak politikalarını sürdürürken (örneğin birkaç gün önce Toprak Mahsulleri Ofisi 790 bin ton buğday, 48 bin ton ayçiçeği yağı 440 bin ton yemlik arpa ithalatı ihalesi açtı) üreticiye ve yurttaşa sadaka ve hak kırıntısını reva görüyor. Deprem sonrası süreç de iktidarın sermaye yanlısı, neoliberal politikalardan vazgeçmeyeceğini gösterdi. Oysa sosyal koşullar gözetilerek bölgenin yeniden “inşasında” arazi kullanım planlaması, tarımsal üretim planlaması yapılmalı; tarım alanları, çayır ve meralar, zeytinlik ve ormanların tarım dışı kullanıma açılması engellenmelidir. Şirket yanlısı politikalardan vazgeçilerek kamucu, ekolojik tarım politikası uygulanmalıdır. Geçimlik üretim yapan çiftçilerin Ziraat Bankası'na olan borçları silinmeli; destekleme alımları yapılmalıdır. Çiftçilere girdi konusunda destek sağlayacak Tarımsal KİT’ler yeniden açılmalı; sisteme kayıtlı ya da kayıtsız tüm çiftçilere üretime devam etmelerini sağlayacak üretim araçları temin edilmeli ve asgari geçim koşulları sağlanmalıdır. Ancak bu şekilde bölgedeki üreticilerin mülksüzleştirilme ve yerinden edilmesinin önüne geçilebilir.

Kaynakça:
1 Metin Özuğurlu, “Marksizm ve İlkel Sermaye Birikimi”, İlkel Birikim: Sermayenin
Kaldıracı, ed. Özay Göztepe, 1. baskı, Notabene Yayınları, Ankara, s. 62.
2 Karl Marx, Kapital Cilt I, Yordam Yayınları, Çeviren:Mehmet Selik-Nail Satlıgan, s. 688.
3 Fatih Özden, “Tarım-gıda siyasetinde piramidi tersine çevirmek gerek”, BirGün Pazar, 05.02.2023